7 Haziran 2018 Perşembe

Seher Vaktinde Yapılan Nefis Muhasebesi

Sabahın ilk ışıkları parlamadan önce sabah namazını edâ etmişti. Ardından tesbihata başlamış, dilindeki tahlil, tahmid ve tekbirler dışarıda ötüşen (zikreden) kuşların sesleriyle birleşmişti. “Ne de güzel zikrediyorlar Rablerini... Hem de her gün aynı vakitte... Nankör olan biz insanlara nazaran kulluk görevlerini yerine getiriyorlar” diye düşündü ve Rabbinin kitabında onlar için şöyle dediğini hatırladı:

“Görmez misin ki göklerde ve yerde olanlar, havada kanatlarını açarak hareketsiz gibi duran kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Hepsi duasını ve tesbihini bilmekte, Allah da onların bütün yaptıklarını bilmektedir.”
(Nur Süresi, 41)

Bu ayetle birlikte nefis muhasebesi içerisine girmişti. Hatalarını, günahlarını, kalp kırmalarını, öfkelenmelerini düşündü. Ve samimiyetle Allah’a tövbe etti “Estağfirullah” tesbihini yüzlerce kez söyleyerek... Allah’ın affedici olduğunu biliyordu ama kendinin affedilmeye layık bir kul olduğunu düşünmüyordu. Affedilme duasıyla tekrarladı o tesbihi. Ardından diğer tesbihe geçti. Rabbinin büyüklüğünü ve O’ndan başka ilah olmadığını düşündü ve “La ilahe illallah” dedi 100 defa. Bu kelimeleri söylerken Allah’tan başka ilah olmadığına gerçekten iman edip etmediğini sorguladı. Tabiki Rabbinin gerçek ilah olduğuna inanıyordu ama Rabbine bağlı olmadığı kadar başka şeylere olan bağlılığını hatırladı. Kaybetmekten korktuğu malını, mülkünü ve mevkisini düşündü önce. Para kazanma hırsının ne kadar fazla olduğu aklına geldi. Parasından dolayı insanlar tarafından kendine verilen değeri ve gururlanıp koltuklarının kabardığı anı düşündü. Para kaybedip insanların gözündeki değerinin düşmesine, Rabbi katındaki değerinin düşmesinden daha çok üzüleceğini düşündü ve gözyaşlarına boğuldu. Bir taraftan tesbihini çekiyor diğer taraftan da hatalarını düşünmeye devam ediyordu. Sonra çocukları geldi aklına... Çocuklarına verdiği değeri ve harcadığı emeği Rabbi için harcıyor muydu acaba? Ve sevgili peygamberinin “Sizden biriniz beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz.” hadisine mazhar olmuş muydu? 

Sorularının cevaplarının “hayır” olması hatalarını farkettirmişti. Ve bunları kendisine farkettiren Rabbine hamdetti O’nu azametiyle tesbih ederek. Rabbinin en sevdiği tesbih olan “Subhanallahi ve bihamdihi subhanallahil azîm” sözlerini tekrarladı 100 defa. Bu tesbihi günde 100 defa söyleyenin deniz köpüğü kadar günahı olsa bile affedileceğini müjdeliyordu sevgili peygamberi. Bunu hatırladığı esnada en Sevgili’ye selam göndermek istedi 100 defa “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” diyerek. O en Sevgili hakkında düşünecek o kadar çok şeyi vardı ki... Her şeyin En iyisiydi O. En iyi evlat, en iyi torun, en iyi yeğen, en iyi eş, en iyi baba, en iyi arkadaş ve en iyi kuldu. O’nun gibi olmak için dua etti Rabbine. O’nun gibi güzel ahlaklı olmayı, sabırlı olmayı, tevekkül sahibi olmayı, kalbini sadece Allah sevgisiyle doldurmayı, insanlara karşı kırıcı olmamayı, çocuklarına ve anne babasına “of” bile dememeyi, sekinet sahibi olmayı, cömert olmayı, İslamı dünyanın dört bir tarafına duyurabilmeyi o kadar isterdi ki... Bunun için de dua etti Rabbine, kabul olmasını ümit ederek.

Ümitle bir kez daha sığındı ve güvendi yaradanına. O’nun kendine yettiğini ve ne güzel bir vekil olduğunu tekrarladı 100 defa “Hasbünallahi ve ni’mel vekîl” diyerek. Ateşe atılmak üzere olan İbrahim peygamberin bu tesbihi söylediğini hatırladı. Kendisi için birşey yapmasını isteyip istemediğini soran Cebrail’e bu tesbihle cevap verdiğini ve sonunda ateşin onu yakmadığını hatırladı. İbrahim peygamber gibi ateşe atılmasa da hayatın zorluklarıyla karşılaşan herkesin bu tesbihle rahatlayabileceğini düşündü.


Son olarak “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azîm” tesbihini söyledi 100 kere. Tüm zorluklara, sıkıntılara, buhranlara hatta rahatlığına karşı Rabbine tevekkül etmesi gerektiğini biliyordu. “Senden ne geliyorsa kabulümdür Rabbim” diyebilmek ve bu felsefeyle yaşayabilmek ağır geliyordu nefsine. Tesbihi tekrarlarken bunları düşündü ve herşeyin sahibi Yaradanın ona da  saadet-i ebediyeye gidecek bir kapı açması için dua etti.

27 Nisan 2018 Cuma

Yoldaki İşaretler - Seyyid Kutub

Yoldaki İşaretler
Seyyid Kutub

Örnek Bir Kur'an Nesli

Allah Rasûlü'nden (sav) Ömer bin Hattab'ın elinde Tevrat'dan bir sahife görünce kızar. Şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun, eğer Musa aranızda yaşıyor olsaydı, ona, bana uymasından başka birşey caiz olmazdı."

Allah Rasûlü'nden amacı ilk oluşum devresindeki bu nesli, beslendiği kaynağa bağlamaktı. Kendilerini ihlasla sadece O'na vermelerini, yollarının sdece O'nun yöntemi üzerine olmasını sağlamaktı. Ömer bin Hattab (a)'a kızması, onun başka bir kaynaktan beslendiğini görmesindeydi. 

Allah Rasûlü'nden Kur'an-ı Kerim'e dayanan İlahi bir yöntemden başka bir kaynağın etkisinden uzak, kalbi temiz, aklı temiz, anlayışı temiz, bilinci temiz bir nesil yetiştirmek istiyordu.

O nesil, işte yalnızca bu kaynaktan beslendi. Tarihte tek olması, bu yüzdendir. Sonra kaynaklar çoğaldı, karıştı... Sonraki nesillerin beslendiği kaynağa, Grek felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ve düşüncesi, Yahudi İsrailiyatı, Hristiyan ilahiyatı ve diğer çökmüş medeniyet ve kültürlerin kalıntıları karıştı. Bütün bunlar, aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'in tefsirine, kelam ilmine, fıkıh ve usule de bulaştı. O nesilden sonraki nesiller, işte bu bulanık kaynaktan yetiştiler. Ve o nesil kesinlikle bir daha gelmedi.

Şüphesiz, bütün nesillerle o seçkin örnek nesil arasındaki belirgin farkın yemek ve en büyük etken, onlarda sadece ilk kaynağın bulunmasıydı.

***

Onlar, yani ilk nesil, Kur'an'ı kültür ve bilgilerini geliştirmek, zevk almak, yararlanmak için okumuyorlardı. Onlardan her biri Kur'n'ı salt kültürel bir tat almak, incir çekirdeğini doldurmayan ilmî ve fıkhî konularda bilgilerine birşeyler ilave etmek için de okumuyorlardı. Onlar Kur'an'ın kendisine ve içinde bulunduğu topluma Allah (cc)'ın ne buyurduğunu, kendisinin ve toplumun yaşadığı hayat hakkında ne dediğini öğrenmek için yaklaşıyorlardı.

***

Yine onlardan hiçbiri bir oturuşta fazla Kur'an okumazdı. Çünkü okuduğu kadar, görev ve yükümlülüklerinin omuzuna bindiğinin farkındaydı. İbni Mesudunu (ra)'dan rivayet edilen hadisten anlıyoruz ki, onlar ezberleyip onunla amel edinceye kadar on ayetle yetinirlerdi. 

İşte bilinç... Uygulamak için okuma, bilgilenme bilinci... Onlara Kur'an'ın bilgi ve haz ufukları açılıyordu. Eğer salt araştırma niyetiyle bu işe yönelmiş olsalardı, bu kapılar onlara açılmazdı. İşleri yürüyor, sorumluluklarının yükü hafifliyordu. Kur'an kişiliklerini yoğuruyordu.

***

Kur'an hazinelerini kendisine şu ruhla yönelenlere açar: Amel etme niyetiyle bilgilenme ve okuma ruhu. O, entellektüel bir haz alma, bir edebiyat ve fen kitabı, kıssa ve tarih kitabı olarak gelmemiştir. Ki o, bunların hepsini içermektedir. O, ancak, bir yaşama biçimi, katıksız, İlahi bir yöntem olarak gelmiştir. Allah bu yöntem uyarınca, Kur'an-ı Kerim'i bölüm bölüm indirmiştir. Bazısı bazısını takip eder: "Kur'an'ı, insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm ve gerektikçe indirdik." (İsra 106)

***

Bugün biz, İslamın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyenin, belki de daha da sapkın bir cahiliyenin içindeyiz. Çevremizde her ne varsa cahilidir: insanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları, sanatları, edebiyatları, yasaları... Hatta çoğumuzun İslami kültür, İslami kaynak, İslami felsefe, İslami düşünce diye bildiği şeyler... Bunlar da bu cahiliyenin ürünüdür.

***

İslamın daha önce yetiştirip çıkardığı türden yeni nesil, artık içimizden çıkmıyor.

***

O ilk dönem insanlarının beslendiği arı kaynağa, hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir şüphenin bulunmadığı arı kaynağa dönmek zorundayız.
***
Ona yöneldiğimizde salt araştırma ve yararlanma amacıyla değil, uygulamak ve amel etmek için okuma amacıyla yönelmeliyiz. Bizden ne olmamızı, niçin olmamızı istediğini öğrenmek için ona yöneleceğiz. Bu yolda yürürken Kur'an'ın o muhteşem güzelliği, o şaheser kıssaları, oradaki kıyamet sahneleriyle karşılaşacağız.... Bizim amacımız şunları öğrenmektir: Kur'an bizden ne yapmamızı istiyor? Sahip olmamızı istediği bütüncül (külli) anlayış nedir? Allah Hakkı'nda ne tür bir düşünceye sahip olmamızı istiyor? Ahlakımızın, yaşam tarzımızın, günlük yaşama düzenimizin nasıl olmasını istiyor?

***

Bizim amacı öz bu toplumu değiştirmek için önce kendimizi değiştirmektir. İlk yükümlülüğümüz bu toplumun gerçeğini değiştirmektir. Yükümlülüğümüz bu cahili varlığı temelden değiştirmek...

***

Seçkin örnek neslin çıktığı gibi, bizim de cahiliyeden çıkabilmemiz, kurtulabilmemiz için girmemiz gereken yolun yapısını konumumuzun gereğini kavramamız çok yararlı olacaktır.

Kur'anî Yöntemin Yapısı

Allah Rasulü (sav) gönderildiğinde, Arap yarımadasında ahlaki durum çeşitli açılardan en aşağı seviyedeydi. Bununla birlikte toplumda bedevilere ait biz faziletler de vardı.
***



***

İslam Yöntemi, hipotezlerle uğraşan bir teori değildir. O, gerçekle ilgilenen bir yöntemdir. Öyleyse öncelikle la ilahe illallah akidesini kabul eden, egemenliğin yalnızca Allah'a ait olduğuna inanan ve bunu O'ndan başkasına vermeyi reddeden, bu ilkeye dayanmayan hüküm ve kanunları elinin tersiyle iten müslüman bir toplumun kurulması şarttır.

Bu toplum fiili olarak oluştuğunda pratik bir hayat kimliği kazanır; dolayısıyla düzenlenmeye, hukuki bir görünüm kazanmaya ihtiyaç hisseder. İşte o Zaman bu din, sistem ve yasalara temelden teslim olan, diğer sistem ve yasaları da temelden reddeden bir toplumun içinde sistemini yerleştirmeye, kanunlarını koymaya başlar.

***

Şeriata ait ayrıntılara girmeden önce ilke olarak, öncelikle kalplerin ihlasla Allah'a bağlanması, yalnızca O'na ibadet ettiğini ilan etmesi, sadece O'nun şeriatını kabul edip, diğerlerini bütünüyle reddetmesi gerekir.

İstek ve Arzu'lar, ihlasla Allah'a ibadet etmekten, O'ndan başkasının egemenliğinden kurtulmak fikrinden doğmalıdır; sunulan düzenin diğer düzenlerden bir takım konularda üstün olmasından değil.

***

Teorik bir şekilde değil de, canlı pratik bir kimlik kazanan akideden meydana gelen yapının tamamlanması için Kur'an "bölüm bölüm" ve "ağır ağır" indirilmiştir.

Bu dinin da davetçileTi, bu dinin kendisinin Rabbani olduğu gibi yönteminin de Rabbani olduğunu bilmeleri gerekir...

Yine bilmeliler ki, bu din, itikadi anlayışı; buna bağlı olarak pratik hayatı değiştirmeye geldiği gibi; itikadi anlayışı ve pratik hayatı değiştiren yöntemi de değiştirmeye gelmiştir. Ümmeti kuracak bir akideyi yerleştirmek için gelmiştir...

Açıkladığımız şekilde çalışma yöntemini öğrendikten sonra, bu yöntemin "asıl" olduğunu bilelim. O, bir aşamaya, bir çevreye, bir müslüman cemaate ait yöntem değildir. Bu din, her vakit, ancak bu yöntemle oluşumunu gerçekleştirir.

***

Müslüman Toplumun Doğuşu ve Özellikleri

O, islama teslim olmayı; kulların Rabbine teslim olmasını, onları kula kulluktan kurtarıp, Allah'a kul olmasını, hayatın her kesitinde insanları kulların egemenliğinden, onların koyduğu şeritlerden, değerlerden, geleneklerden kurtarıp, sadece O'nun egemenliğine, O'nun şeriatine boyun eğmesini amaç edinir.
...
İnsanlar, büyümeleri, gelişmeleri sağlıklı ve hasta olmaları, yaşam ve ölümleriyle ilgili Allah (cc)'ın koyduğu kanunlara uymaya mahkumdurlar. Aynı şekilde, toplumsal yaşamlarında, kendi iradeleriyle yaptıkları hareketlerin sonuçlarına katlanmak durumundadırlar.
...
Hayatın her kesitinde Allah'ın şeriatını hakim kılmalıdırlar.

***

İlk dönemden sonra, İslami teorik temelin yani akidenin, dinamik organik bir toplumda temsil edilmeye nasibi olmamıştır.
...
Yeni toplumu Allah Rasulü'nün (as) ve ondan sonraki bütün İslami yönetimlerin eksenine yerleştirmek yani insanları tek olan Allah'ın uluhiyetine, rubûbiyetine, varlığına, egemenliğine, otoritesine, şeriatine döndürmek için izlenecek yol Allah'tan başka ilahın bulunmadığına, Muhammed'in (sav) Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet eden herkesin velayetini cahili dinamik toplumdan, yani içinden geldiği toplumdan, bu toplumun yönetiminden alıp İslami yönetime sahip olan yeni eylemci, organik İslami topluma teslim etmek olmalıdır.

İnsanın islama girdiği ilk andan, yani Allah'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in (sav), Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ettiğini söylediği andan itibaren bu teslimiyetin gerçekleşmesi gerekir. Çünkü müslüman toplumun varlığı ancak bununla sağlanır.

***

Arap, İranlı, Suriyeli, Mısırlı, Faslı, Türk, Çinli, Hindli, Bizanslı, Yunanlı, Endonezyalı, Afrikalı ve diğer ulus ve milletlere ait bir çok insan İslam toplumunda bir araya gelmiştir. Birlikte bir dayanışma ve ahenk içinde, İslam toplumunu, İslam uygarlığını kurmak için hepsi özelliklerini ortaya koymuştur. Bu büyük uygarlık, hiçbir zaman "Arap Uygarlığı" olmadı. Daima "İslam Uygarlığı" olarak kaldı. Hiçbir dönemde ulusal bir uygarlık olmadı. Daima akidevî idi.

***

Onların benzerleri hakkında Allah'ın şöyle dediği kişilerdir:

"De ki: Size amel bakımından en çok ziyanda bulunanları haber verelim mi? Dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlar. Unlar Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü onlar değer vermeyeceğiz. İşte onların cezası, inkarlarına, peygamberlerimizi ve ayetlerimizi alaya almalarına karşılık olarak cehennemdir." (Kehf, 103-106)

Allah Yolunda Cihad

İslamın amacı kesinlikle kendi akidesini zorla benimsetmek değildir. Bununla beraber İslam soyut bir akide de değildir. Dediğimiz gibi İslam, insanın kula kulluktan kurtuluşunun genel bir ilanıdır. Önce insanın insana egemenliği temeline, insanın insana ibadet etmesi temeline dayanan düzen ve hükümetleri yok etmeyi amaç edinir.

***

Ebû Bekir, Ömer, Osman, Bizans ve İranlıların Arap yarımadasına olan düşmanlıklarından emin olsalardı, İslamı yeryüzünün diğer bölgelerine ulaştırmaktan vazgeçip yerlerinde otururlar mıydı acaba?
...
O, ancak kendisiyle insanlar arasında engel bulunmadığı Zaman dille, tebliğle cihad eder, özgürce onlara seslenir. Ve onlar bu durumda bütün etkilerden uzaktırlar. İşte bu noktada "dinde zorlama yoktur". Ama maddi engel ve etkiler varsa, insanın kalbine ve aklına seslenebilenk için öncelikle bunların yok edilmesi gerekir.
...
Eğer cihaddan amaç, bir bütün olarak, uygun araçlara, fiili yapıya karşı çıkan insanın kurtuluşunu hedefleyen bir ilan ise o zaman cihad, davet için zorunluluktur.
...
Allah müslümanlara Mekke'de ve Medine'ye yapılan hicretin ilk döneminde savaştan uzak durmalarını emretti. Ve onlara şöyle emredildi: "(Savaştan) elinizi çekin. Namaz kılın. Zekat verin." (Nisa 77)

İslam Bizatihi Uygarlıktır

Ailenin toplumun temeli olduğu ve ailenin temeli, iki eş arasında "iş bölümü" ilkesine dayandığında, yeni neslin yetiştirilmesi, ailenin en önemli görevlerinden biri kabul edildiğinde bu toplum uygar olur. İslami düzende bu tür bir aile, önceki bölümde işaret ettiğimiz insani değer ve ahlakın doğup geliştiği çevre olur. Yetişen nesilde bu apaçık görülür. Aile kurumunun dışında başka bir kurumda bunun gelişmesi imkansızdır. İfade ettikleri gibi, özgür cinsel ilişkiler sonu meydana gelen gayri meşru nesil toplumun temeli olunca, iki cins arasındaki ilişkiler, ailedeki görev ve iş bölümü ilkesine değil de, heva, heves ve arzulara dayanırsa; kadının görevi süslenmek, azdırmak, fitne çıkarmak olursa; kadın yeni nesli yetiştirmekle ilgili görevini ihmal ederse, şöyle ya da böyle otelde, gemide, uçakta işçi olursa; gücünü insan sanayisine değil de, maddi üretimin insan sanayisinden sözüm ona daha pahalı, daha değerli, daha şerefli olmasından dolayı, maddi üretim ve araç sanayisine harcarsa, işte o zaman bu toplum insani ölçü ile uygarlık alanında geri kalmış ya da İslami terminoloji ile cahiliye toplumu olmuş olur.

...

Çağdaş cahili toplumlarda ahlak kavramı, insanı hayvan özelliğinden ayırarak dar bir anlamda ele alınmaktadır. Bu tür toplumlarda gayrı meşru cinsel ilişkiler ahlaki rezalet alarak değerlendirilmez. Ahlak kavramı neredeyse ekonomik ve -bazen de devlet çıkarı söz konusu olduğunda- politik işlere münhasır kılınmıştır.

Örneğin Christina Keller ile İngiliz bakan Brofuma arasındaki rezalet, İngiliz toplumuna göre cinsel yönden değil, Christina Keller'in bir Rus Deniz ateşkesisin kız arkadaşı olmasındandır. Bakanın bu kızla olan ilişkisi, devlet sırrının açığa çıkma tehlikesini de beraberinde getiriyordu... Rusya'ya kaçan İngiliz be Amerikan casus ve görevlilerin yaptıkları rezaletler de gayri meşru cinsel ilişkilerden dolayı değil, devlet sırlarının ifşa edilmesi tehlikesi nedeniyle ayıp sayılmıştır.

...

Bir neslin hayvani özelliklerden uzaklaşıp insani olanlarla bezenmesi ancak emniyet ve duygusal istikrarın hakim olduğu, dış etkilerle sarsılmayan, iş bölümü Temel'ine dayanan aile kurumuyla gerçekleşebilir.

***

"Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşıyorsunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size haber verenden sakını , davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." (Şuara, 128-135)

...

"Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara malik olduklarını sandıkları anda gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve sanki dünde yerinde yokmuş gibi orayı hiçbir şey bitmemizle çevirmişizdir." (Yunus, 24)

...

"Dedim ki, Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu O çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin, sizi mal ve oğullarla desteklesin, sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın." (Nuh, 10-12)

***

Bu toplumdaki her bireyin konumu ve görevi hareket sırasında belirlenir. Bireylerle görevleri arasında uyumun sağlanmasıyla bu toplumun organik oluşumu tamamlanır. 

(Ben bu cümleden herkesin karakterine ve meziyetine göre tebliğ etme metodunu kullanmasının daha iyi olacağını anladım. Yani kimisi hitabetiyle, kimi öğreticiliğiyle, kimi yazısıyla, kimi aktif olarak koşuşturmasıyla vs. Siz nasıl anladınız?

***

İslam Düşüncesi ve Kültür

Allah'ın şeriatı insan hayatının düzenlenmesi için Allah'ın teşri ettiği herşeydir. Bu, itikad ilkelerinde, ahlak ilkelerinde, davranış ilkelerinde, bilgi ilkelerinde tezahür eder. İtikad ve düşüncede, bu düşüncenin bütün dinamiklerinde ulûhiyetin gerçekliğinde, görünen ve görünmeyen yönleriyle evrenin gerçekliğinde, yine görünen ve görünmeyen yönleriyle hayatın gerçekliğinde, insanın gerçekliğinde, bütün gerçeklikler arasındaki ilişkilerde, insanın onlarla olan alış verişinde tezahür eder.

***

Müslüman akideyle, varlığa dair genel düşünceyle, ibadetle, ahlak ve davranışla, değer ve ölçülerle, politik, ekonomik, sosyal düzenin ilke ve kurallarıyla, insan hayatının temellerinin ve insan tarihinin yorumuyla ilgili hususları ve Rabbani kaynağın dışındaki bir kaynaktan alma hakkına sahip değildir. Bunları da ancak dinine, takvasına, itikadına güvendiği bir müslümandan alabilir. 

Kimya, fen, biyoloji, astronomi, tıp, sanat, ziraat, sadece yönetim sanatı açısından yönetim, bilimsel çalışma ve savaş yöntemleri vb. alanlarla ilgili bilgileri hem müslüman hem de müslüman olmayandan alabilir. Müslüman toplumun kuruluş temellerinden biri de, bütün bu alanlarda yeterli sayıda elemanın yetiştirilmesini farzı kifaye olarak görmesidir. Bazı kişilerin bu konuda uzmanlaşması gerekir.

...


Felsefi yönelişlerin, insan tarihinin yorumuyla ilgili yönelişlerin, genel yorumlar içermeyen gözlem ve değerlendirmelerin dışındaki psikolojik akımların, ahlak konularının, karşılaştırmalı dinler araştırmaları yapan akımların, gözlem, istatistik ve

Ben Bilâl - H. A. L. Craig





Ben Bilâli
H. A. L. Craig
Çeviren: Nurullah Koltaş

Bilâl her daim insanların kalplerindedir ve bu yüzden hep Sevgi'yle hatırlana gelmiştir...
Mekke'de doğmuş olup Rabah adlı Habeşistanlı bir kölenin oğludur..

Amerika'daki siyâhî Müslümanlar kendilerini Bilâlî olarak adlandırmışlardır. Bilâl ayrıca Mü slüman Afrika'da, bir Hristiyan tabiri kullanmak gerekirse koruyucu bir azizdir. 
...

Mekke'yi bilenler onu zihinlerinden söküp atamazlardı. Dışarıdayken vatan hasreti çekerlerdi. Hiçbir vaha ya da ılıman ülke onları tatmin edemezdi.; her Zaman toplanılıp geri dönülürdü. Çöldeki develer bile "Mekke" kelimesini işittiklerinde başlarını kaldırıp adımlarını hızlandırırlardı.

Size diyebilirim ki bu gümüş kupadaki su, Şam'ın bu serin akan suyu, Kâbe avlusunda fışkıran KESK'in kokulu sülfürlü zemzem suyuyla karşılaştırılamaz.
...

Ammar'ı sorguluyorlar...

"Muhammed size ne öğretiyor?"
"O bize, tüm insanların Allah huzurunda bir tarağın dişleri gibi eşit olduklarını öğretiyor."

Biliyorum ki ben, duvara karşı duran köle Bilâl, bu sözleri işittiğimde ürpererek titredim ve Ümeyye'nin yüzünün kızarıp öfkelendiriniz gördüm.

Sık sık Ammar'ın o gün niçin o denli cüretkâr olduğunu merak ettim. Pekâla, Muhammed, bize dua etmeyi... Hakkı söylemeyi... Kendin için Arzu ettiğini komşu için de arzu etmeyi öğretiyor...diyebilirdi ve onlar da onu bırakabilirdi. 
...

Ne var ki Ammar'ı net bir şekilde hatırlıyorum. Bakışı saf ve huzur dolu, korkusuz, uysal ama kuvvetliydi. Gözlerinde benim köleliğimden daha kuvvetli bir güç gördüm. O an benim, Bilâl'in mülkiyeti değişti.

Kırbacı düşürdüm. Soluklarını hissettim... Bir köle başkaldırmıştı.

...

Ebû Süfyan'ın köleleri onun kötü bir efendi olmadığını düşünüyorlardı. Bir kaş hareketi iş görecekse, sesini asla yükseltmezdi.

...

Muhammed (a.s.) farklıydı. Dostane bir bakışı olmadan asla bir adamı geçip gitmezdi.

...

Bilâl  ölümünü beklerken...

Gün ağarırken, Allah'ın izniyle Allah'a kendimi teslim ettim. İşte benim İslamım!

Aniden öylesi bir şirinlik içime aktı ki iplerimle bile hoşnut kaldım. Ruhum şakıdı. Biliyordum ki yegâne rahatım, Bir Allah'ın yakınında olmak olacaktı. Bunu zihnimden daha derin bir hakikatle insanın derinliklerinde, yani kalpte bildim. Duaya başladım ve ruhum dinlendi. Allah'a hamda başladım ve zihnim huzurla doldu. O'nun rahmetine baktım ve korkum benden ayrılıp gitti.

...

Benim deli olduğumu düşündüler. Beni yaratan Allah'ta sükûn bulduğumu nereden bilebilirlerdi.

Bilâl tekrar satın alınıyor...

Zeyd... Muhammed (a.s.)'ın evlatlığıydı. Hiçbir şey söylemedim. İhtiyaç yoktu; çünkü herşeyi o söyledi! "Kölelikten âzâd edildin Bilâl."

...

İlk beş gün Ebû Bekir'in evinde karartılmış bir odada bilincin içinde ve dışında sürüklenerek uzandım. Belirsiz fısıldaşan sûretler, üzerimde yağlar, merhemler be ıslak bezlerle dolaşıp duruyorlardı. Bir defasında uyandığımda, odanın köşesinde dua eden bir adam gördüm; sonra tekrar uyudum. Altıncı günün sabahı nihayet kalkıp dışarı ilk adımlarımı attım. Ebû Bekir o kadar mutlu oldu ki bir keçi getirip benim için sağdı. Sonra bana: "Allah'ın elçisi üç gün boyunca, ateşin düşene kadar şahsen senin için dua etti. Sen güvende olunca seni bırakacak. Hiç bu denli Mutlu bir adam görmedim. 'Bilâl islama dahil oldu' dedi. Yarın sen ve ben Peygamber'e gideceğiz" dedi. 

Bilâl Muhammed (a.s.)'le karşılaşıyor

O'nu görmek için yanına ilk girdiğimde, yeğeni Ali'yle birlikte basit bir hasır üzerinde oturuyordu. Bana baktı ve gözleri doldu. O zaman çocuk olan Ali elini tuttu. "Niçin ağlıyorsun amca?" Diye sordu. "O kötü biri mi?" "Hayır hayır!" dedi Muhammed (a.s), "bu adam Sema'yı hoşnut etti."

Sonra çabucak doğrulup beni kucakladı. "Her daim senin İslam için ilk zulüm acısı çeken Müslüman olduğundan bahsedilecek, Bilâl." Anne ve babamın ölümünden bu yana bir başkasının sevgi gözyaşlarını yüzümde hiç hissetmemiştim.

Bir kuyunun dibinden sağ salim yukarı çekilen birisi gibi hissettim kendimi. Yine de sizin umduğunuz gibi bir mutluluk ânı olarak hatırlayamıyorum o ânı. Nasıl olurdu? Muhammed (a.s.) benim için üzüldü ve O'nun en temiz yüreğine keder getirdim... Bir Peygamber'in gamına sebep olmak gurur vesilesi değildir.

...

Medine'de ilk ezana giderken O'nu sabahları uyandıran hep bendim. Kapıya hafifçe vurup şöyle derdim: "Namaza ey Allah'ın Resûlü!" Evet Peygamber'in ilk sahabelerinden biriydim ki bu da krallıktan da üstün bir unvandı.

...

Ali maharetlerini sergilediğinde ev mutlulukla doldu. Hoplayıp zıpladı, hokkabazlık yaptı ve takla atıp Muhammed (a.s)'ın kollarına düştü. Bu, aslında Peygamber'in uçan bir çocuğu yakalamasını görme fırsatıydı.

...

Ümmü Gülsüm yuvarlak bir sepette hurma getirdi ve Peygamber sanki en iyisini almazsam, bu bir utanç vesilesi olacakmış gibi parmak uçlarıyla yoklayarak en yumuşak ve en tatlılarını seçti. Kendisi içinse eline gelen ilk hurmayı aldı.

Bilâl ve Ebû Bekir

"Eğer sana kalem açarsam, yazmayı öğrenir misin?"

Soru çokça işitmediğim ölçüde öylesindeydi be neredeyse sorulur cinsten değildi. Yine de bu, köleliği aştığım andı. Ebû Bekir'in benim için verdiği değil, bana verdiği bu şey beni azad etti.




Bilâl Muhammed (a.s.)'ı anlatıyor

On dördüne geldiğinde Muhammed (a.s.) koyunlarından ayrılıp asker olmuştur. Gitar savaşında bulunmuştur.

O günün hiç doğmamış olmasını dilemiş ve o günü hatırlamaktan asla hoşnut olmamıştır. Kanlı bir kabile dansı olan savaşın sebebi, sarhoş birisinin uyuyan bir kişiyi katlidir. Bu savaş Haram Savaş olarak anılır. 

...

Kişi bir dağın zirvesinden, küçük meşgaleleri olan başların üstünden ötesini görebilir... Bir dağın zirvesinde hiçbir uyumsuzluk veya insan sesi size ulaşmaz. Kulaklarınız Allah'a açıktır.


Ca'fer (r.a.) Habeş kralıyla konuşurken...

"Size tüm bildiğim şekliyle Kur'an'ın İsa Hakkı'nda söylediklerini aktaracağım."

Bu en iyi şekliyle kederli bir haykırıştı; ancak kralın başını kaldırttı. Sonra Ca'fer kendi sesini buldu. Buna mecburdu. Yegane umudu haykırmakta; zincirlere, kralın çatık kaşına ve tahtın çevresinde ağır taşların içinde kükreyen dört aslana haykırmak. Kimileri, ismimin kullanımından ar duysam da, "Bilâl kadar güzel konuştu" diyorlar. Amr İbn As, bunu bana on yıl sonra söyledi.

...

O gün Ca'fer, başka bir seçeneği olmayan bir adam gibi ikna edici bir şekilde konuşmayı öğrendi. Büyülenmiş yüzlerine, bir bakirenin rahminden İsa Mesih'in dünyaya gelişini anlatan 19. sûreyi yani Meryem Sûresi'nin ayetlerini okudu. Satırları anlayışlarına öylesine adamakıllı nakşetti ki konuşanın Baba Tanrı değil de Allah olduğunu bildiler.

Devlerin Hidayeti

Ancak güçlü olandan şirinlik hasıl oldu ve Hamza; dev Hamza, atını bir çöl çiçeğinin etrafından onu ezmemek için çeviren bir adam oldu.

...

"Allah;
O'ndan başka İlah yoktur.
En güzel isimler O'nundur."
(Taha Sûresi 8)

Ömer elinde bu ayetle kalakaldı ve kocasının kollarında yüzünden süzülen kanla gizlenen kız kardeşine baktı. Suçlulukla başını duvara çaldı; "Ne yaptın bana?" Dedi, hem gülünç hem de acıklı bir soruyla. Kendi kanını yutmakta olan Fâtıma cevap vermekten çok korkmuştu. Ömer kağıdı, onun affı için bir özür olarak kaldırdı. "Oku bana!" Dedi; "Bizim bozuşmamıza değerse, oku onu bana."

Ancak Fâtıma'nın parmaklarında mecal kalmamıştı. Bu sebeple Demir'i bir kulun kanadının içinde burkabilecek Habbab sayfayı alıp okudu. Ömer dinledikçe yavaş ve derinden bir merak onu ihata etti. Okuyucunun dudaklarından dökülen Allah sözünden büyülenişiyle bakakaldı. Bana, kendisi aniden büyük bir şirinliğin içine yayıldığını ve baştan ayağa titrediğini anlattı.

...

Hicret yolunda...

Mekke'de o dönemde, benim kadar siyah ve çölün kabul edilmiş bir ustası olan Habeşistanlı bir iz sürücü bulunmaktaydı. Anlattıklarına göre havayı koklayarak uçan kuşların izini sürebiliyor ve kayaların üzerinde ayak izlerini takip edebiliyordu... Becerisi onu Sevr mağarasının girişine kadar getirdi. Sonra omuzlarını silkip oturdu. İşini yapmıştı, diğerleri cinayeti işleyebilirlerdi. 

...

Daha sonra eski efendim Ümeyye, kılıcını çekip kayalardan tırmandı ve her zamanki gibi tabiatı korkuttu. Güvercinler uçuştu ve örümcek de bir yarıkta kayboldu. Ancak yapmış oldukları ortadaydı. Kuşlar davetsiz misafirlerin arasında yuvalamazlardı. Ümeyye iz sürücüye lanet okudu, atına tekrar binip uzaklaştı. İz sürücü de kendi yokuna devam etti ve bana anlatıldığına göre, bir daha asla bir adamın izini sürmedi.

...

Dördüncü gece tali yolları ve çöldeki tenha yerleri bilen Arkay isimli putperest bir Bedevi onlara iki deve ve bir torba yiyecek getirdi. Karanlıkta Peygamber, yol arkadaşı ve putperest el yordamıyla dağdan inip Batı'ya, hâlâ Medine'den uzak bir yöne süzüldüler.

...

Dinler tarihinde iki büyük yolculuk vardır; Yahudiler'in Mısır'dan çıkışı yani Exodus ve de bizim Mekke'den göçümüz, Hicret.

Bir devenin seçimi...

O zaman bilmiyorduk; ancak o deve hörgücünün altında hem bizim yerleşim alanımızı, hem de Peygamber'in kabrini barındırıyordu. Peygamber hayatının en önemli siyasi kararını bir yük hayvanına terk ediyordu.

...

Tarihten Sayfalar

Bedir savaşında... 

Peygamber ordunun savaş narası olarak, işkencelerimdeki Bir Allah (Ehad) haykırışımı seçmişti.

...

Erkenden çadırına namaz için çekildi ve çıkıp savaşa asla bakmadı; ama gitmeden önce bize bir söz verdi. Hiçbir şey ölüm ödülünden daha değerli olamazdı. "Bugün cennet kılıçların gölgesi altındadır..." Dedi, "... ve her kim bugün ölürse, Melek'ler tarafından semaya taşınacaktır." Ama sözü koşula bağladı. Ölüme sebep yaralar sırtta değil, bedenin ön yüzünde olacaktı. Yaraların bir kalabalığın püskürtülmesinde veya çekilme taktiğinde cesaret alındığı durumlar hariç; o zaman sırttaki bir yara da yüzdeki bir yara kadar güzeldi.

...

Savaşın kuralları şöyledir:

Bir kadını veya çocuğu incitmeyin.
Tarlada çalışan adama zarar vermeyin.
Yaşlı bir adama zarar veremez veya sakatlardan faydalanamazsınız.
Meyve ağaçlarını kesemezsiniz.
İzin almadan içmek için su veya bedelini ödemeden yiyecek alamazsınız.
Bir esiri bağlayamaz veya siz binek üzerindeyken onu yürümeye zorlayamazsınız.
Size teslim olan düşman sizden nazik muamele görmelidir.
Çocuklara zarar vermemeye dikkat etmelisiniz.

...

Kalben Vahşi'ye acıyorum. Bir köle için hürriyet reddedilemeyecek bir rüşvettir. Ama asla ipek giyip gümüşü harcayamadı. Hürriyetini aldı ve kendi isminden bile gizlenerek çöle gitti. Yıllar sonra onu affedip elini alan Peygamber'e geldi. Ama Muhammed (a.s), varlığı ona acı verdiği için onun ayrılmasını rica etti.

...

Burada Şam'da bazı akıllıların, İslam'ın kılıçla yayıldığını söylediklerini işittim. Ahmaklar! Dinin kesip biçmek olduğunu sanıyorlar; öyle değil. Din dikmektir. Allah'tan korkun!

İnsanların kalplerini kılıçla değil sözle, zorlamayla değil davetle ikna ediyorduk. Bu İslam'ın yayılışıydı.
Ben  
Ebû Süfyan'ın Müslüman Oluşu

"Allah'ın Resûlü" dedim, "Ebû Süfyan geldi." O da "Allah herkesin zamanını belirler." dedi ve Ebû Süfyan'ı içeri almamı işaret etti. Hiçbir zafer edası göstermedi. Elleriyle gözlerini kapadı, "Davet eden Allah'tır." dedi.

Sonra hiç unutamayacağım bir mübadele başladı. Ali başlattı.

"Ebû Süfyan! Muhammed (a.s.)'ın Allah'ın elçisi olduğunu kabul etme vaktin gelmedi mi?" Ebû Süfyan üzerinde oturduğumuz hasıra baktı. Gözleri kapanmış görünüyordu: "Muhammed! Hâlâ kalbimde şüphe var." dedi.

Sonra Ömer sözü aldı, olağan olduğu üzere, kararlı... "Eğer kelleni kesersem kuşkuların dağılır."

Daha önce Ömer'le hiç tartışmamıştım, ama şimdi buna mecbur olmuştum. Uzanıp elimi elinin üzerine koydum. "Dinde zorlama olamaz." dedim. Peygamber gülümsedi ve hoşnut olduğunu görebiliyordum. Ama Ebû Süfyan hiç siyahî görmemiş bir çocuğun yaptığı gibi bana bakakaldı.

"Sen siyahî köle!" dedi, "Sen en iyi okulsun." Tekrar Muhammed (a.s.)'le konuştu. "Eğer tanrılarım ibadetime layık olsalardı, bundan önce beni korurlardı."

Peygamber yalnızca bekleyerek cevap verdi. Sonra Ebû Süfyan hiç duraklama olmadan açıkça haykırdı: "Kendi irademle ve hiçbir baskı olmaksızın Allah'tan başka İlah olmadığına ve senin, Muhammed, Allah'ın elçisi olduğuna şahidim."

Bilâl'in Kabe'ye tırmanışı...

Peygamber'in dediği gibi, Medine'deki ilk ezanım mescidini tamamlamıştı; şimdiyse ezanım Kabe'yi temizleyişinin tamamlamışı olacaktı.

Peygamber'imizin Vefatı...

Aişe'nin ağladığını işitince Muhammed (a.s.)'ın vefat ettiğini anladık.

Ömer içeri girdi ama kederi onu kör etti be yalnızca uyuyan bir adam gördü. Muhammed (a.s.)'ı vefat etmiş olarak görmedi. Öfkeyle yumruğu havada, ölümden bahseden herkese tehditler savurarak dışarı çıktı. Birkaçımız onu tutmaya çalıştı, ama bizi savurup attı. Sonra delirmişliğini aklîleştirmeye başladı: "Musa'yı hatırlayın." diye haykırdı. "Musa, Sina dağında Allah'a çıktı. Yahudiler O'nun öldüğünü söylediler. Ama ne oldu? Ne oldu? Kırk gün sonra geri geldi. Muhammed (a.s.) de Musa gibi kırk gün sonra geri gelecek." Zavallı soylu Ömer, mescidin ortasında durdu; saçı havada bir o yana bir bu yana döndü; kederi aya taş fırlatan bir deli gibi gerçeğe karşı geliyordu.

Ebû Bekir de içeri girdi ve Muhammed (a.s.)'ın çehresine baktı. Hiçbir tepki yoktu, kuşku da. Onu öptü ve yüzüne bir örtü çekti.

Mescide geldi, bu ufak uysal adam; sessizlik isteyerek, elini sınıftaki bir öğrenci gibi başı üstünde tutarak. Ama her zamanki gibi yetkiyle konuştu: "Eğer burada Muhammed (a.s.)'a inanan birisi varda, bilsin ki Muhammed ölmüştür." Bu korkunç gerçeğin anlaşılması için durdu. "Ama Allah'a ibadet eden bilsin ki Allah diridir ve ölmez."

Ömer yere kapandı, yüzü ellerinde, iri cüssesi ağlayışında inleyerek.

Tekrar asla ezan okuyamadım. Bacaklarım beni tartmıyordu ve Ali ve Ebû Zer bana yardım ettiklerinde bile, ilk kelimelerden sonra çöktüm kaldım. Kederim beni engelledi. Damda bir kelimeyi bulup sonra diğerinin yarısını bularak kelimeleri hatırlamaya çabalar halde duruyordum. Adını, "Muhammed" tamamlayamadım ve dört kez kekeleyerek hıçkırarak başa döndüm, ama başarısız oldum. Nihayet bana acıdılar ve aşağı inmeme yardım ettiler.

...

Keder Bilâl'i suskunlaştırsa da, birkaç yıl arayla iki olayda daha ezan okumuştur. Birinde "bir defalığına" halkın isteği ve Ömer'in ricasıyla Kudüs'te ezan okumuştur. Sonra yine Hz. Muhammed'in kabrini ziyarete Medine'ye geldiğinde son kez ezan okuması için yalvaran Peygamber torunları Hasan ile Hüseyin tarafından karşılanmıştır. Reddemeyeceğini hissetmiştir. Sabahın erkeninde dahi olsa sokaklar ağlayan insanlarla dolmuştur.