7 Ağustos 2020 Cuma

Çocuklarımız Geçmişimizden Ne Kadar Haberdar?

Üniversite eğitimi için Kuzey Kıbrıs’ta bulunduğum dönemlerde Kıbrıs Türkleri’ni daha yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Kıbrıs Barış Harekatı öncesinde Türkler ile Rumlar bir arada yaşarken aralarında büyük sıkıntılar baş göstermeye başlamış, Türkler Rumlar’ın eziyet ve işkencelerine  maruz kalmışlardı. Vaziyet öyle acıydı ki Yunanistan’ın da desteğiyle Rumlar Türkler’i adanın çok küçük bir kısmına sıkıştırmış, dış dünyadan soyutlamış, haberleşme ve irtibatlarını kesmiş ve ağır ekonomik baskı uygulamışlardı. Kıbrıs’ın tamamen kendilerine ait olmasını istiyorlardı çünkü. Barış harekatı sonrasında Türkler’in büyük çoğunluğu kurtuluşu Avrupa ülkelerine gitmekte bulmuşlardı. Geride kalanlar yaşadıklarını unutmamış, Rumlar’a olan düşmanlıkları devam etmişti. Ancak Avrupa’ya gidenlerin çoğu Avrupalaşmış, arkalarından gelen yeni nesil ise vatanperverlikten, milli ve dini duygulardan uzaklaşmaya başlamıştı. 


Orada bulunduğum 2003’lü yıllarda Türklerle Rumlar arasındaki sınır kapılarının açılmasına yönelik iki taraf arasında referandum yapılmıştı. Sonuç ise anlattıklarımı doğrular nitelikteydi. Referandum sonucuna göre Kıbrıs Türkleri’nin %65’i sınır kapılarının açılmasına “evet” oyu kullanırken, Rumlar’ın %75’i “hayır” diyordu. Yani Rumlar Türklerle yaşamayı kesinlikle istemezken, Avrupalaşma hevesiyle dolu Kıbrıs Türkler’i Rumlar’la bir araya gelmek için can atıyordu.


Bunların yanında Rumlar çocuklarını tam bir Türk düşmanı olarak yetiştirmeye başlamış, aile içinde ve okullarda bunu sürekli dile getiriyorlardı. Çünkü onların “Megalo Idea” denilen bir ideolojileri vardı (Maddelerine bakabilirsiniz). Bu maddelerden biri Kıbrıs’ın tamamen Rumlar’a verilmesi ve diğer en önemli madde de İstanbul’un Türkler’den alınıp Bizans’ın yeniden kurulmasıydı. Ve bu ideolojiyi gerçekleştirmek için toplumun en küçük fertlerini Türk düşmanı olarak yetiştirmeye gayret ediyorlardı. Hatta uydurdukları bazı efsaneleri okul kitaplarında okutarak çocukların beynini yıkıyorlardı. Bu efsanelerden şöyle örnek verebilirim:


Balık Kızartma Efsanesi


Efsaneye göre, Sultan İkinci Mehmed’in kuşatmayı başlattığı günlerde bir papaz göl kıyısında balık kızartıyormuş. O sırada yanına gelen biri, Osmanılar’ın şehre girmek üzere olduklarını söylemiş. Papaz kendinden emin şöyle konuşmuş:


“Türkler hiçbir zaman şehre ayak basamazlar. Buna inanmam için bir tarafı kızarmış tavadaki balıkların canlanarak suya atlamaları lazım. Türkler’in lehte girmesi bu kadar imkansızdır.”


Demesiyle birlikte yağda bir tarafı koşarmış yedi tane balık bir bir canlanıp patır patır göle atlamış. İşte o yarı kızarmış balıklar hâlâ o gölün içindeymiş. Rumlar İstanbul’u geri alıncaya kadar gölde yaşayacaklar, şehir tekrar Rumlar tarafından alınınca bir papaz balıkları gölden çıkaracak ve öbür taraflarını da kızartacakmış. 


Yarıda Kalan Ayin Efsanesi 


Fatih, Ayasofya’ya girdiği sırada büyük ayin varmış. Osmanlılar, ayini idare eden papazı yakalamak istemişler. Papaz can havliyle duvara atılmış. Duvar bir kapı gibi iki yana açılmış ve papaz oradan geçip kurtulmuş. Osmanlılar şaşırıp kalmışlar. Sonra duvarı yıkmayı denemişler ama başaramamışlar. Günün birinde papaz duvardan çıkacak ve 29 Mayıs 1453 günü başladığı ayini bitirecekmiş. İşte o gün Rumlar tekrar İstanbul’a sahip olacaklarmış.

(Kaynak: “Fatih Sultan Mehmed” , Yavuz Bahadıroğlu)


Hal böyleyken Türk tarafında neler yaşanıyordu acaba? Konuyu sadece Kıbrıs Türk’ü açısından ele almak istemiyorum. Biz Türkler’in vatanımızı müdafaa için nelerden feragat ettiğimiz ve vatanımız için canımızı seve seve verdiğimiz doğrudur. Vatan, millet sevgisiyle doluyuz çok şükür. Ancak bu konuda eksik yanlarımızın da olduğunu varsayalım...


Geçmişini yalanla besleyen bir haçlı zihniyet evlatlarını bu şekilde yetiştirirken, kaynağını doğruluktan alan ve şanlı bir medeniyete sahip olan bizler yavrularımıza bir Alparslan’dan bahsediyor muyuz acaba? Sözünün gücüyle ordusunu titreten, aklının gücüyle askeri konumlandıran, bileğinin gücüyle savaşan ve karşısında ordusundan üç kat daha fazla düşman olmasına rağmen Anadolu’nun kapılarını Türkler’e açan o koca yürekli komutandan... Karşısında öldürülmeyi bekleyen Bizans İmparatoru’nu serbest bırakacak kadar merhametli olduğunu çocuklarımıza anlattık mi acaba?


21 yaşında “Fatih” olan II. Mehmet’in İstanbul sevdasının ardında acaba annesinin bebekken söylediği İstanbul ninnileri olabilir miydi? İçinde hayır ve hasenatın konuşulduğu, kubbelerinin Kur’an sesleriyle dolduğu, kazaya namaz bırakma alışkanlığının olmadığı bir evde dünyaya geldiğini anlattık mi yavrularımıza?


Peki Tarık bin Ziyad’ı tanıyor mu evlatlarımız? Endülüs’ün fatihini? Hani 500 sene İslamla nurlanan, sonra haçlılara kurban olan o muhteşem ülkeyi biliyorlar mı? 


Peki Selahaddin Eyyubî’yi biliyorlar mı? İslam’ın ilk kıblesi ve mukaddes belde Kudüs haçlıların elindeyken rahat uyku uyumadığını ve bizim de uyumamamız gerektiğini söyledik mi yavrularımıza? 


Peki Çanakkale’deki Seyid Onbaşı’dan kaç defa bahsettik? Yaptığı kahramanlık mermiyi kaldırırken televizyonda gördükleri o kareden mi ibaret sadece? Ona o gücün ne için verildiğini biliyor mu yavrularımız? 


Peki Bedir’i biliyorlar mi? Bir avuç İslam ordusunun yok olmaması için gök kapılarının açılıp meleklerin yeryüzünü şereflendirdiğini biliyorlar mı? Yani kısacası amaçları, hedefleri ve tek gayeleri  Allah rızası olduktan sonra kendilerine de tüm kapıların açılacağından haberleri var mı yavrularımızın?


Bahsettiğim tüm bu şanlı komutanlar bizim dedelerimiz elhamdülillah. Biz onları yavrularımıza anlatmazsak ufuklarını genişletemeyiz, bir hedef oluşturamayız, vatan sevgisi aşılayamayız. Sonra ne mi olur? Birileri çıkar “Zulüm 1453’de başladı” yazar duvarlara... İstanbul ağlar, Endülüs ağlar, Kudüs ağlar, Mekke ağlar, Medine ağlar...


Haydi bir nur parlatalım yavrularımızın kalplerinde. Ve onların geleceklerini ağlatmayalım.