28 Mart 2025 Cuma

Bu Gece, O Gece miydi Acaba?

 


Ramazan 29… Son on gün… Tekli gecelerden biri… İkindi vakti gökten boşalırcasına yağan bir yağmur… Milyonlarca damlalar… Sanki her bir damlada inen milyonlarca melek… Dünya gözüyle göremediğimiz Allah’ın âbid kulları… Yeryüzünü şereflendirmeye gelmişler sanki… Dünyalık olan bizlere Allah’ın rahmetini ve selamını getirmişler… Sanki dualarımıza âmin demek için gelmişler… Her bir müslümanı gözlemlemek için gelmişler… Kim bu özel günü değerlendiriyor diye izlemek için… Kendilerinden daha şerefli olan kullar kimler acaba diye merak ettikleri için…

Bir müslümanı görmüşler tevbesi göklere ulaşıyor… Diğer bir müslüman gözyaşlarıyla Allah’a yalvarıyor… Bir diğeri Kur’an okuyor… Bir başkası zikir çekiyor… Kimisi ilim öğreniyor… Kimisi dua ediyor… Kimisi namaz kılıyor, secde ediyor… Diğeri ise Peygamber (sav)’in tavsiye ettiği duayı tekrarlıyor… Hani Hz. Aişe annemize öğrettiği dua…Ama her birinin istediği ortak bir şey var… Affedilmek…Arınmış bir kul olarak bayrama ulaşmak ve bin aydan daha hayırlı bir geceyi hayırla tamamlamak… 


Ve seher vakti… Yani dünyadan ayrılma vakti… milyonlarca aminleri Allah’a ulaştırmak için heybelerine koyuyorlar… Yavaş yavaş dünyayı terk ediyorlar… Dünya böyle bir geceye ancak yılda bir kere şahit oluyor… Yani Kadir gecesine… Arayanlara ne mutlu… Bulanlar ise ne kutlu… “Peki sen Kadir gecesinin ne olduğunu bilir misin? O bin aydan daha hayırlıdır.”Sadakallahu’l azîm…


27 Mart 2025 Perşembe

Sen Hangi Müslüman Tipisin?


Fatih Çıtlak hocanın sahur program konuğu  olan Mustafa Akgül hoca üç çeşit Müslüman tipinden bahsetti.


  1. Ceviz Müslümanlığı
  2. İğde Müslümanlığı
  3. İncir Müslümanlığı


Bu tipleri islamı yaşama ve yaşatma noktasında incelersek şöyle yorumlayabiliriz: 


Ceviz Müslüman olan insanlar, dışı sert, davranışları kaba ama içleri ceviz gibi tatlı, kalpleri temiz, fedakarlık gerektiğinde çekinmeden yapan insanlardır. Bu kişiler kendilerinin farkına varıp “hilm ve nezaket” libasını üzerlerine giyerlerse tatlarından yenilmez olur. 


İğde Müslüman olan insanların dışı yumuşak, içi odunsudur. Dışarıda herkese karşı güler yüzlü, anlayışlı, aman efendim, canım efendim gibi hitaplarda bulunurken, kendi çıkarlarına ters düşen bir şeyle karşılaştıklarında birden canavara dönüşebilen tiplerdir. Programda isim vermeden bahsedilen bir kişi vardı. Bir tv programına konuk olmuş. Program öncesi kibar ve nezaketli davranışları herkesi çok etkilemiş. Bir ara yapımda çalışanlardan biri giydiği şalın görüntüye zarar verdiğini söyleyerek farklı bir şekilde yapmasını rica etmiş. Hanım birden çıldırmaya başlamış. 


Bu kişiler dışarıda hareketleriyle, konuşmalarıyla, oturup kalkmalarıyla, duruşlarıyla islamı temsil edip kendi içlerinde bu halleri yaşamıyorlarsa o zaman sıkıntı başlar. Bir zamanlar bir hanım tanımıştım. Kendince çok kibar, edepli, islami yaşantıya sahip, kitaplar okuyan vs bir hanımdı. Bir öğrenci grubunun içindeydik ve sınavlara çalıştığımız bir dönemdi. O da bizim başımızdaydı. Dışarıdan bir şey alınması gerekiyordu. Ve o hanım kendi kızının ders çalışmasına engel olmak istemediği için başka bir öğrenciyi göndermişti.


Ayrıca iğde müslümanı olanlar büyük hatalarını gizlemek için küçük hatalarını ön plana çıkarıp söylerler. Böyle olunca etrafındakiler kendisinin ne kadar iyi bir Müslüman olduğunu düşünür. Ancak bu durum tehlikelidir. Bu tip kişiler kendilerinin farkına varırlarsa iç alemlerine yönelmeli, bu huylarını terbiye etmelidir. 


İncir Müslüman ise olması istenilen Müslüman modelidir. İçi de, dışı da yumuşak. Yumuşaklıktan kasıt islamı temsil noktasında olmalıdır. Yoksa sesini çıkarmayan, her şeye tamam diyen, koyun gibi güdülen müslüman modelinden bahsetmiyorum. Müslüman yeri gelince Hak dava uğruna Hakk’ı savunabilmelidir. Bu Müslüman modeli bana Hz. Osman’ı hatırlattı. Peygamberimiz (sav), ondan bahsederken “Meleklerin haya ettiği kişi” diye bahsetmiştir. “Bu durum nasıl oluştu?” diye sahabe Hz. Osman’a sorduğunda kendine has mütevazılığıyla, “Benim yaptığım bir şey yok. Ben dışarıda nasılsam evde de öyleyim” demiştir. 


Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Hz. Ömer sert bir insandı ama İslamiyet onu terbiye etti. Zamanında yorulana kadar kölesini döven bir insanken Müslüman olduktan sonra  karıncayı dahi incitemeyen bir insana dönüştü. Her birimizin karakteri farklıdır. Önemli olan o karakterleri islamla terbiye etmektir. Nitekim Rabbimiz kitabında sahabeden bahsederken şöyle demiştir:


“Muhammed Allah'ın Resulüdür. Beraberindekiler ise kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûda, secdede, hep Allah'ın lütuf ve hoşnutluğunu ararken görürsün. Yüzlerinde de secde izi vardır…” (Fetih Sûresi, 29)


Müslümanlığımızı ceviz ve iğdeden incire dönüştürebilir miyiz acaba?


kuranmeali.com 

sorularlaislamiyet.com 

Foto: shutterstock.com


18 Mart 2025 Salı

Tevekkül Etmezsen Soğuk Kalbine İşler

 


“Sen’den gelen her şey için emrin başım üzerine” diyebilmek iman kuvvetini gösterir. Bir nevi Allah’a tevekkül etmektir. Yani verdiğini şeksiz-şüphesiz kabul etmek, vermediğinde yada olaylar istediğimiz gibi olmadığında  “lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyebilmektir. 


Ben sonbahar ve kış mevsimini çok severim. Farklı bir mutluluk verir bana. Sanki tüm kötülüklerin üzerinin örtülüp kabuğumuza çekildiğimiz zamanı hatırlatır. Dışarıda yağmur veya kar yağarken sıcacık evde oturup kitap okumanın veya örgü örmenin hazzı bambaşkadır. Birkaç gün önce havalar ısınınca, “Hemen ısınmasaydı havalar, soğuklar devam etseydi” demiştim. Dışarıda soğuktan donanları, evsiz barksız olanları düşünmeden lakayt bir şekilde söylediğim cümlelerdi bunlar.


Birkaç gün süren sıcak günün ardından bugün yaşadığımız kar soğuğu ve yağmur geldi. İstediğim olmuştu yani. Ve ben bu gün hastahanedeki işimden dolayı dışarıda vakit geçirmek zorunda kaldım. Rüzgarın şiddetinden şemsiyem bozuldu. Bir taraftan üşüdüm, bir taraftan ıslandım, bir taraftan hastaydım ve diğer taraftan da işitmek istemediğim sözlere maruz kaldım. 


Bu buhranın içinden çıkıp eve geldiğimde aklım başıma geldi. “Sen misin Allah’tan gelene razı olmayan. Al sana soğuk hava. İliklerine kadar üşü de aklın başına gelsin” dedim kendi kendime. Soğuğun kalbe kadar işlemesi de pek ağır bir şeymiş. Bunu da daha iyi anladım… 


Foto: istock.com 

5 Mart 2025 Çarşamba

Ramazan’da Cepheden Yazılan Bir Mektup

 

Rahmet mevsimini içine alan Ramazan ayı geldi çok şükür. Ramazan kimine rahmet ve merhameti, ibadetleri arttırmayı, Kur’an ile hemhâl olmayı, ahlakı güzelleştirmeyi, sabırlı olmayı hatırlatırken kimine de birbirinden süslü iftar sofralarını, lezzetli yiyecekleri, pideleri, tatlıları, börekleri hatırlatıyor. Biraz önce “Acaba iftara ne hazırlasam?” diye düşünürken karşıma arkadaşımın gönderdiği şöyle bir yazı çıktı. Çanakkale’de cephede bir askerin kızına Ramazan ayında yazdığı bir mektup şöyleymiş:


“Benim güzel kızım,


Bu gün, Ramazan’ın ikinci günü. Şeyhülislam oruç tutmayabilirsiniz diye fetva yayınladı ama benim içim rahat etmedi. Oruca niyetlendim. Sahur vakti çalıların arasında iki kök çiriş (pırasaya benzeyen daha küçük bir ot) buldum. Onlarla sahur ettim. Gündüzü yeni siperler kazdık. Hiç susamadım. Taarruz arttı. Kafamızı çıkaramadık. Akşam olunca bir asker ezan okudu. Siperin içinde matara elden ele dolaştı. Herkes orucunu su ile açtı. Ben zannettim ki sadece ben oruçluyum. Meğer bölüğün hepsi oruçluymuş. Matara en son bana geldi. Geldi ama ben kendimden utandım. Arkadaşlarımın hepsi sahursuz oruç tutmuşlar. Ben ise iki çirişi yediğim için arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissettim. O gün oruçlu şehit olan

Erzurum’lu, Darende’li ve Yenice’linin hakkını nasıl öderim diye gözyaşı döktüm…”


Ne yüce gönüllü insanlar değil mi? Böylelerinin imanıyla kazanıldı vatan toprakları. Ama ben inanıyorum ki bu insanlar hâlâ yaşıyorlar aramızda. Onların hürmetine Allah’ın rahmeti üzerimizde elhamdülillah. Rabbim bizleri Ramazan’ı idrak eden ve kıymetini bilen kullarından eylesin. Amin..



15 Ocak 2025 Çarşamba

Sevinçten Ağlayan Gazzeli Çocuk

 

Sevinçten ağlayan bir çocuk gördünüz mü hiç? Çocuklar genellikle sevindiklerinde ya gülerler, ya hoplayıp zıplarlar yada şımarık hareketler yaparlar. Ben bugüne kadar sevinçten ağlayan bir çocuk görmemiştim. Ta ki bir Gazzeli çocuğu görene kadar… Savaşın bitmesinden dolayı olan sevinci duygulandırmıştı onu. Zaten o dünyaya bu duygularla gelmişti. Doğarken büyümüştü, emeklerken yürümüştü, oynarken savaşmıştı ve gülerken ölmüştü. Cennet ruhlu olarak geldiği bu dünyaya çok şey öğretmişti. Kafirin karşısında korkusuzca durmayı, Peygamberler mirası toprakları korumayı, şehadetin ne demek olduğunu ve ölüme gülerek gitmeyi öğretmişti. Çünkü ölüm onun için bir son değil, çok daha güzel bir hayata açılan kapıydı. Ölen her bir Gazzeli çocuk dünyadaki ölmüş kalplerin dirilmesine vesile oldu. 


Savaş bize çok şey öğretti. Gazze, Müslümanlar olarak hepimizin imtihanıydı. Mescid-i Aksa’yı korumak hepimizin göreviydi. Bu imtihandan yüzümüzün akıyla çıkabildik mi ona bakalım. Yoksa gidenler gitti, ölenler öldü, topraklar parçalandı. Kendi hedefleri uğruna dünyayı ateşe vermeye çekinmeyen pis bir milletin savaşı bitirme sözü ne kadar sürer bilemiyorum. En azından bir süreliğine rahat nefes alacak Gazzeli çocuklar. 



Ama korkun ey İtrail sürüsü! Ölmeyen her bir Gazzeli çocuktan korkun. Onlar koca yürekli küçükler… Geleceğin Ahmed Yasinleri, Haniyeleri, Sinvarları olarak büyüyorlar. Dünyaya sığmayan yüreklerini siz hiç bir yere sığdıramayacaksınız…


Fotolar: istock.com, instagram

16 Aralık 2024 Pazartesi

Minnoş Nesil Nereye Gidiyor?

 

Bir zamanlar kedilere isim olarak verdiğimiz “minnoş” kelimesi yeni nesil arasında aldı başını gidiyor. Oktay Kaynarca’nın sunduğu bir yarışma programında yarışmacı bayan kendisine, “Sizin filmlerinizi izlemedim ama çok minnoşsunuz” dediğinde programı izlemekten utandım doğrusu. Adam ne diyeceğini bilemeden toparlamaya çalıştı. Yine başka bir yarışma programında, yarışmacı bayan ekrandaki görselde bulması gereken nesneleri bulamayınca, “öküz gibi orada duruyormuş, görmedim” demişti. Mikrofonun açık olduğunu mu farketmedi, kendini evinde mi zannetti yada önemsemedi mi bilemiyorum. 


İnsanlar üsluplarını fütursuzca kullanınca olmadık bir zamanda dile dökülüyor o fütursuzluk. Bir bayana böyle nahoş sözler hiç yakışmıyor. Erkeğe de yakışmıyor ama maalesef toplumda erkeğin kaba konuşması, sövüp sayması daha normal karşılanıyor. Halbuki bizim kültürümüzde nezaket vardır, kibarlık vardır, düşünerek konuşmak, muhatabını bozmamak vardır.  Ancak toplum öyle bir hal aldı ki, argo konuşmalar sevilir hale geldi. Ağzının payını vermemek aptallıkla, yapılan kötülüğün altında kalmak saflıkla, sükûnet ve sabır tavsiye etmek ise çok bilmişlikle boy ölçüşür oldu. 


Eski Türk filmlerine baktığımızda bir kızın iyi niyetli ve merhametli olması erkeğin ona aşık olmasına yetiyordu. Ama bu zamanda böyle kızlara “ana kuzusu” gözüyle bakılıyor, “hanımefendi” olmak garipseniyor. Durum böyle olunca anne, babayla küsen evlatlar, babaanneye dedeye torununu göstermeyen gelin-damatlar, miras yüzünden birbirine düşman olan kardeşler türüyor, evlilikler çıkmaza giriyor, ağzına geleni her ortamda söyleyen bir nesil oluşuyor. Üslup bozuluyor, dil bozuluyor, ahlak bozuluyor.


Sadettin Ökten bir programda, “Kaba insanlarla ülfet etmeyeceksiniz. Başta iyi geliyor maceracıdır ama sonra bitiyor. Hayat yumuşaklık, zarafet, dikkat ve rikkat üzere kurulu. Güzel insanlarla temas edeceksiniz. Bulamıyorsanız kitaplarına bakacaksınız.”demişti.


O insanları bulmak için de aramak gerek…Çünkü kiminle temas halinde olursak ona benzeriz. Burada yazdığım bir önceki yazımda aramızda gerçek ensarların var olduğunu yazmıştım. Belki de onlar çok yakınımızdadır. Rabbim hepimizin karşısına dili güzel, üslûbu güzel, ahlakı güzel, huyu-suyu güzel, imanı kâmil olan insanlar çıkarsın inşallah…




13 Aralık 2024 Cuma

Ensar-Muhacir Kardeşliği Nelere Kâdir

 

Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir kardeşlik bağı vardı ensar ve muhacir arasında. Hak dini ve peygamberini kabul edip İslamı yaşadıkları için türlü işkencelere maruz kalan Mekkeli kardeşlerine bir umut kapısı açılmıştı Medine’de. Peygamberlerini ve O’na inananları kendi şehirlerine davet ederek canlarını ve mallarını korumaya söz vermişti Medineliler. Bu sözlerine sonuna kadar sadık kaldılar. Mekkeliler Medine’ye hicret etti “muhacir” oldu, Medineliler onlara kapılarını açtı “ensar” oldu. Peygamber her bir Mekkeli ile her bir Medineli’yi birbiriyle kardeş yaptı. Ensar-muhacir kardeşliği kuruldu.


Mekkeli kardeşin geride bıraktığı evi yağmalanmış, eşyaları harap olmuş hatta kiminin ailesi parçalanmıştı. Hiçbir şeyleri kalmamış Mekkeli kardeşine “her şey” oldu Medineli kardeş. Evini, aşını, işini, malını, mülkünü paylaştı kardeşiyle. Bu kardeşlik bağı Medine’yi yeni bir medeniyetin başlangıcı yaptı.


Bir avuç Medineli Müslüman, kapı açtıkları kardeşleriyle “bir” olunca İslam medeniyeti gelişti, güçlendi, dünyaya yayıldı. İlim ve bilim merkezleri kuruldu, şehirler yeniden inşa edildi, medreseler açıldı, bilim insanları yetişti. İşte bu insanların yetiştiği şehirlerden biri de Halep’ti. Bir zamanların gözde mekanı, bilimin merkezi Halep… Yani şu andaki Suriye topraklarından biri…


13 sene önce ülkelerinden hicret ederek bizim ülkemize gelen Suriyeli kardeşler neler çekiyorlarmış da haberimiz yokmuş. Devlet onlara Ensar olmuş, ülkelerini özgürlüğe kavuşturmuş, baskıcı rejimden kurtarmış, yeni bir yurt açmış. Çünkü onlar bizim kardeşimizmiş. Dinlerini yaşayamadıkları, işkenceye maruz kaldıkları, tecavüze uğradıkları, rahat nefes alamadıkları için bizim ülkemizdelermiş. Anadolu olarak biz onlara “ana” olmuşuz da haberimiz yokmuş.


Halk olarak Suriyeli muhacir kardeşlere iyi bir ensar olduk mu bilemem. Bu konuda herkes kendini bir Müslüman olarak sorgulamalı. Hesabını veremeyeceğimiz şeyler yapmamalıydık, ağzımıza geleni söylememeliydik, eğrisini doğrusunu bilmeden kimseyi suçlamamalıydık, dedikodu yapmamalıydık. Kardeşlerimize bunları yaptıysak Allah bizi affetsin. Yine de onlar özgürleşen ülkelerine dönerken bizlere teşekkürlerini sunuyorlarsa aramızda gerçek ensarlar da varmış demektir. 


Zamanında muhacirlere kapısını açan Medine’ye islam medeniyetinin kapıları açılmıştı bir zamanlar… Şimdi de onlara kapısını açan Türkiye’ye de güzel kapılar açılır inşallah… Umarım Türkiye mazlum ülkelere her daim umut olur, sevgi olur, kardeş olur. Hele ki bu kardeşlik ensar-muhacir kardeşliği gibi olursa tadından yenmez olur…


Foto: istock.com 





16 Ekim 2024 Çarşamba

Ah Annem ve Babam…

 




Gün içinde hiç bitmeyen çok lüzumlu meşgalelerimden biraz sıyrılıp kenara geçtiğim bir zamandı. Kitabımın sayfasını açtım. Belki çoğu kez okuduğum ama bu sefer kafama balyoz gibi inen Peygamber sözleriyle karşılaştım. Abdullah b. Mes’ud anlatıyordu:


Rasûlullah’a:

“Azîz ve Celîl olan Allah’ın en çok sevdiği amel nedir? diye sordum. Rasûlullah:

“Vaktinde kılınan namazdır” buyurdu. 

“Sonra hangisidir?” dedim.

“Anne ve babana iyiliktir” buyurdu.

“Sonra hangisidir?” dedim.

“Allah yolunda cihat etmendir” dedi.

(Buhari, Mevâkitü’s-salât, 5)


Rabbimiz göz nuru namazdan sonra anne babaya yapılan iyiliği dikkate alıyordu demek.


Bu konuda şöyle bir tefekkür ettim ve onları ne kadar ihmal ettiğimi düşündüm. Nasıl olsa gücenmezler diye onları hep en sona bıraktığımı farkettim. Onlar bir kenarda duruyorlardı işte. Önemli olan “Ben”dim değil mi? Benim hayatım, benim ailem, benim işlerim, benim çocuklarım, vs. Hep ben ben ben vardım hayatımda. Peki anne babama karşı sorumluluklarım neredeydi? 


Onlar nasıl olsa anne babaydı değil mi? Şefkat ve merhametleriyle affederlerdi evlatlarını. Onlara göre çocukları iyi olsun, mutlu olsun, sağlıklı olsun yeterdi. Küçüklüklerindeki gibi yardımlarına koşmak, maddi manevi ihtiyaçlarını karşılamak, torunlarla ilgilenmek, hastalıklarında ve sağlıklarında arayıp sormak yine onların göreviydi. Peki bir evlat olarak bizim görevimiz neredeydi? 


Onlar öyle bir şefkat ve merhamet sahibiydiler ki bu durum biz evlatları bencilliğe sürüklemişti. Tıpkı Yaradan’ın merhameti karşısındaki bencilliğimiz ve şükürsüzlüğümüz gibi…


Halbuki O (cc) kitabında: “Biz insana anne babasına iyilik yapmasını emrettik” (Ankebut 8) diye buyurmuştu tüm mü’minlere.


Her konuda emrine amadeyim Allahım… Bu ayeti başıma taç ediyorum. Anne babamı çok seviyorum ve onlara karşı sorumluluklarımı yerine getirmek istiyorum. Buna rağmen inşallah onlar benden razıdır. Eğer onlar razı olursa Sen de razı olursun biliyorum. Çünkü senin Rasûlün (sav):


“Allah’ın rızası ana babanın rızasındadır” buyuruyor.


Rıza makamına ulaşabilenlerden eyle beni Allahım!


Amin…



Foto: pixabay. com 

7 Temmuz 2024 Pazar

1446 Sene Önce Bugün…



1446 sene önce bugün Mekke’den Medine’ye hicret etmişti Müslümanlar. İslamı daha iyi yaşayabilmek için… Peygamber Efendimiz (sav), tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamberdi ve o dini yaşamak için çok çileler çekti. O’na inananlarla birlikte çok acılara katlandı. Canlarını kaybettiler, mallarını kaybettiler, evlatlarını kaybettiler islamı yaşama uğruna. Çünkü kötüler boş durmuyordu. Müslümanlar üzerinde her an, her dakika hain planlarını gerçekleştiriyorlardı. İşkenceye mi maruz kalmadılar? Kızgın taşlara mı yatırılmadılar? Kaynar sularda mı yakılmadılar? Aç bırakılıp yaprak yiyecek duruma mı getirilmediler?


Bu acıları sadece Efendimiz (sav)’e inananlar yaşamadı. Acının en ağırını bizzat kendisi, ailesi ve yakınları da yaşadı. İslamın ilk şehidi kendi evinden çıktı. Haticesinin oğlu Haris b. Ebû Hâle... Yollarına dökülen dikenlere, kafasına geçirilen deve işkembesine, üç sene boyunca açlığa, Taif’te taşlanmaya maruz kalan bizzat kendisi oldu.


İslamı anlatmak için “belki bir umut olur” diye gittiği Taif’teki akrabaları tarafından nahoş bir şekilde karşılandı. Hâşâ “Allah senden başka peygamber yapacak kimseyi bulamadı mı?” demişlerdi o güzeller güzeline. Nasıl üzülmüştü, nasıl mahçup olmuştu, nasıl da taşlanmıştı.


Ve sonrasında Medine’ye hicret etti. Önce Müslümanlar, sonrasında kendisi… Hicret yolu meşakkatliydi. Ölüm peşlerindeydi. Yavrusu Zeynep validemizin hicret etmesine engel olanlar onu devesinden düşürerek karnındaki  bebeğinin ölümüne sebep olmuşlardı. Ümmü Seleme validemiz hicret ederken onu da yavrusundan ayırmışlardı. Bunun gibi nice üzücü sahneler yaşandı. Yakalanıp öldürülenler, işkenceye devam edilenler, Medine’ye gidemeyenler, malına, mülküne el konulanlar oldu.


Allah Rasûlü (sav)’in hicreti de nice meşakkatten sonra gerçekleşti. Mekke’den Medine’ye giden o yol yeni bir medeniyetin başlangıcını oluşturacaktı. İşte o gün, 1446 sene önce bugündü…


Medine, islamla medenîleşti, yeni bir devlet kuruldu. İslam daha iyi yaşanmaya, ülkelere, kıtalara yayılmaya başladı. 


Peki bugün bize neyi hatırlatmalı? İslam için çekilen çileleri, acıları hatırlayıp kendimizi sorgulamalıyız. Dinlerini yaşama uğruna vatanlarını terkeden, evlatlarını kaybeden, canlarından olan insanları hatırlamalıyız. 


Bugün bize islamı yaşamamıza engel olan bir el dokunmadığı halde, biz nefsimize hoş gelen şeylerden vazgeçemiyorsak, Kur’an’ın ayetlerini yaşayamıyorsak o günleri tekrar hatırlayalım. Güzeller güzelinin hayatını tekrar okuyalım, dinleyelim. Bugün, hicri yılın ilk günü bizim de nefsimize karşı hicretimiz olsun inşallah… 


Foto: idrakpost.com