13 Aralık 2024 Cuma

Ensar-Muhacir Kardeşliği Nelere Kâdir

 

Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir kardeşlik bağı vardı ensar ve muhacir arasında. Hak dini ve peygamberini kabul edip İslamı yaşadıkları için türlü işkencelere maruz kalan Mekkeli kardeşlerine bir umut kapısı açılmıştı Medine’de. Peygamberlerini ve O’na inananları kendi şehirlerine davet ederek canlarını ve mallarını korumaya söz vermişti Medineliler. Bu sözlerine sonuna kadar sadık kaldılar. Mekkeliler Medine’ye hicret etti “muhacir” oldu, Medineliler onlara kapılarını açtı “ensar” oldu. Peygamber her bir Mekkeli ile her bir Medineli’yi birbiriyle kardeş yaptı. Ensar-muhacir kardeşliği kuruldu.


Mekkeli kardeşin geride bıraktığı evi yağmalanmış, eşyaları harap olmuş hatta kiminin ailesi parçalanmıştı. Hiçbir şeyleri kalmamış Mekkeli kardeşine “her şey” oldu Medineli kardeş. Evini, aşını, işini, malını, mülkünü paylaştı kardeşiyle. Bu kardeşlik bağı Medine’yi yeni bir medeniyetin başlangıcı yaptı.


Bir avuç Medineli Müslüman, kapı açtıkları kardeşleriyle “bir” olunca İslam medeniyeti gelişti, güçlendi, dünyaya yayıldı. İlim ve bilim merkezleri kuruldu, şehirler yeniden inşa edildi, medreseler açıldı, bilim insanları yetişti. İşte bu insanların yetiştiği şehirlerden biri de Halep’ti. Bir zamanların gözde mekanı, bilimin merkezi Halep… Yani şu andaki Suriye topraklarından biri…


13 sene önce ülkelerinden hicret ederek bizim ülkemize gelen Suriyeli kardeşler neler çekiyorlarmış da haberimiz yokmuş. Devlet onlara Ensar olmuş, ülkelerini özgürlüğe kavuşturmuş, baskıcı rejimden kurtarmış, yeni bir yurt açmış. Çünkü onlar bizim kardeşimizmiş. Dinlerini yaşayamadıkları, işkenceye maruz kaldıkları, tecavüze uğradıkları, rahat nefes alamadıkları için bizim ülkemizdelermiş. Anadolu olarak biz onlara “ana” olmuşuz da haberimiz yokmuş.


Halk olarak Suriyeli muhacir kardeşlere iyi bir ensar olduk mu bilemem. Bu konuda herkes kendini bir Müslüman olarak sorgulamalı. Hesabını veremeyeceğimiz şeyler yapmamalıydık, ağzımıza geleni söylememeliydik, eğrisini doğrusunu bilmeden kimseyi suçlamamalıydık, dedikodu yapmamalıydık. Kardeşlerimize bunları yaptıysak Allah bizi affetsin. Yine de onlar özgürleşen ülkelerine dönerken bizlere teşekkürlerini sunuyorlarsa aramızda gerçek ensarlar da varmış demektir. 


Zamanında muhacirlere kapısını açan Medine’ye islam medeniyetinin kapıları açılmıştı bir zamanlar… Şimdi de onlara kapısını açan Türkiye’ye de güzel kapılar açılır inşallah… Umarım Türkiye mazlum ülkelere her daim umut olur, sevgi olur, kardeş olur. Hele ki bu kardeşlik ensar-muhacir kardeşliği gibi olursa tadından yenmez olur…


Foto: istock.com 





16 Ekim 2024 Çarşamba

Ah Annem ve Babam…

 




Gün içinde hiç bitmeyen çok lüzumlu meşgalelerimden biraz sıyrılıp kenara geçtiğim bir zamandı. Kitabımın sayfasını açtım. Belki çoğu kez okuduğum ama bu sefer kafama balyoz gibi inen Peygamber sözleriyle karşılaştım. Abdullah b. Mes’ud anlatıyordu:


Rasûlullah’a:

“Azîz ve Celîl olan Allah’ın en çok sevdiği amel nedir? diye sordum. Rasûlullah:

“Vaktinde kılınan namazdır” buyurdu. 

“Sonra hangisidir?” dedim.

“Anne ve babana iyiliktir” buyurdu.

“Sonra hangisidir?” dedim.

“Allah yolunda cihat etmendir” dedi.

(Buhari, Mevâkitü’s-salât, 5)


Rabbimiz göz nuru namazdan sonra anne babaya yapılan iyiliği dikkate alıyordu demek.


Bu konuda şöyle bir tefekkür ettim ve onları ne kadar ihmal ettiğimi düşündüm. Nasıl olsa gücenmezler diye onları hep en sona bıraktığımı farkettim. Onlar bir kenarda duruyorlardı işte. Önemli olan “Ben”dim değil mi? Benim hayatım, benim ailem, benim işlerim, benim çocuklarım, vs. Hep ben ben ben vardım hayatımda. Peki anne babama karşı sorumluluklarım neredeydi? 


Onlar nasıl olsa anne babaydı değil mi? Şefkat ve merhametleriyle affederlerdi evlatlarını. Onlara göre çocukları iyi olsun, mutlu olsun, sağlıklı olsun yeterdi. Küçüklüklerindeki gibi yardımlarına koşmak, maddi manevi ihtiyaçlarını karşılamak, torunlarla ilgilenmek, hastalıklarında ve sağlıklarında arayıp sormak yine onların göreviydi. Peki bir evlat olarak bizim görevimiz neredeydi? 


Onlar öyle bir şefkat ve merhamet sahibiydiler ki bu durum biz evlatları bencilliğe sürüklemişti. Tıpkı Yaradan’ın merhameti karşısındaki bencilliğimiz ve şükürsüzlüğümüz gibi…


Halbuki O (cc) kitabında: “Biz insana anne babasına iyilik yapmasını emrettik” (Ankebut 8) diye buyurmuştu tüm mü’minlere.


Her konuda emrine amadeyim Allahım… Bu ayeti başıma taç ediyorum. Anne babamı çok seviyorum ve onlara karşı sorumluluklarımı yerine getirmek istiyorum. Buna rağmen inşallah onlar benden razıdır. Eğer onlar razı olursa Sen de razı olursun biliyorum. Çünkü senin Rasûlün (sav):


“Allah’ın rızası ana babanın rızasındadır” buyuruyor.


Rıza makamına ulaşabilenlerden eyle beni Allahım!


Amin…



Foto: pixabay. com 

7 Temmuz 2024 Pazar

1446 Sene Önce Bugün…



1446 sene önce bugün Mekke’den Medine’ye hicret etmişti Müslümanlar. İslamı daha iyi yaşayabilmek için… Peygamber Efendimiz (sav), tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamberdi ve o dini yaşamak için çok çileler çekti. O’na inananlarla birlikte çok acılara katlandı. Canlarını kaybettiler, mallarını kaybettiler, evlatlarını kaybettiler islamı yaşama uğruna. Çünkü kötüler boş durmuyordu. Müslümanlar üzerinde her an, her dakika hain planlarını gerçekleştiriyorlardı. İşkenceye mi maruz kalmadılar? Kızgın taşlara mı yatırılmadılar? Kaynar sularda mı yakılmadılar? Aç bırakılıp yaprak yiyecek duruma mı getirilmediler?


Bu acıları sadece Efendimiz (sav)’e inananlar yaşamadı. Acının en ağırını bizzat kendisi, ailesi ve yakınları da yaşadı. İslamın ilk şehidi kendi evinden çıktı. Haticesinin oğlu Haris b. Ebû Hâle... Yollarına dökülen dikenlere, kafasına geçirilen deve işkembesine, üç sene boyunca açlığa, Taif’te taşlanmaya maruz kalan bizzat kendisi oldu.


İslamı anlatmak için “belki bir umut olur” diye gittiği Taif’teki akrabaları tarafından nahoş bir şekilde karşılandı. Hâşâ “Allah senden başka peygamber yapacak kimseyi bulamadı mı?” demişlerdi o güzeller güzeline. Nasıl üzülmüştü, nasıl mahçup olmuştu, nasıl da taşlanmıştı.


Ve sonrasında Medine’ye hicret etti. Önce Müslümanlar, sonrasında kendisi… Hicret yolu meşakkatliydi. Ölüm peşlerindeydi. Yavrusu Zeynep validemizin hicret etmesine engel olanlar onu devesinden düşürerek karnındaki  bebeğinin ölümüne sebep olmuşlardı. Ümmü Seleme validemiz hicret ederken onu da yavrusundan ayırmışlardı. Bunun gibi nice üzücü sahneler yaşandı. Yakalanıp öldürülenler, işkenceye devam edilenler, Medine’ye gidemeyenler, malına, mülküne el konulanlar oldu.


Allah Rasûlü (sav)’in hicreti de nice meşakkatten sonra gerçekleşti. Mekke’den Medine’ye giden o yol yeni bir medeniyetin başlangıcını oluşturacaktı. İşte o gün, 1446 sene önce bugündü…


Medine, islamla medenîleşti, yeni bir devlet kuruldu. İslam daha iyi yaşanmaya, ülkelere, kıtalara yayılmaya başladı. 


Peki bugün bize neyi hatırlatmalı? İslam için çekilen çileleri, acıları hatırlayıp kendimizi sorgulamalıyız. Dinlerini yaşama uğruna vatanlarını terkeden, evlatlarını kaybeden, canlarından olan insanları hatırlamalıyız. 


Bugün bize islamı yaşamamıza engel olan bir el dokunmadığı halde, biz nefsimize hoş gelen şeylerden vazgeçemiyorsak, Kur’an’ın ayetlerini yaşayamıyorsak o günleri tekrar hatırlayalım. Güzeller güzelinin hayatını tekrar okuyalım, dinleyelim. Bugün, hicri yılın ilk günü bizim de nefsimize karşı hicretimiz olsun inşallah… 


Foto: idrakpost.com 

1 Haziran 2024 Cumartesi

Özgüvenli ve Lider Ruhlu Kişilere Birkaç Tavsiyem Olacak

 

Özgüvenli ve lider ruhlu insanları çok severim. Güzel enerji alırım onlardan. Ortamı ve her şeyi kontrol altında tutmaları, yerli yerinde konuşmaları, hak olanı her yerde savunabilmeleri, çevrelerindekilerin yararına olacak şeyler planlamaları, kendileriyle dalga geçebilmeleri, ortamına göre espri yapabilmeleri gibi özellikleri var. Tabii özgüven patlaması yaşayıp da işi çığırından çıkaranları saymıyorum. Olumlu özelliklerini güzel yerlere kanalize ederlerse tatlarından yenilmez bu insanların. Ancak, özgüven dediğimiz şey kibirle birleşirse, o zaman nefret edilen ve yaratıcının sevmediği insan tipi ortaya çıkıyor maalesef. Ve sıkıntı orada başlıyor.


Kibirle dolu özgüvenli insan nasıl mı olur? Burnundan kıl aldırmayan, insanlara tepeden bakan, onları küçük gören, kendi hatalarını görmeyen, her zaman kendinin haklı olduğunu zanneden, her şeyin en doğrusunu bildiğini, en doğrusunu yaptığını, en doğru karar verdiğini, en doğru sözlü olduğunu düşünenen kişiler… Hatta en doğru anne-baba, en doğru öğretmen, en doğru eş olduklarını zannediyorlar. Bir kısmının Allah vergisi zekaları sayesinde doğru işler yaptıkları aşikar olabilir ancak bu kişiler kendilerini her zaman “en tepede” görürlerse kendilerine çok yazık ederler.


Bu tür kişiler bazen başkalarına akıl verirken kendilerine kalan aklı yanlış yerlerde kullanabiliyorlar. Bu da istişare yapmadıklarından kaynaklanıyor maalesef.  Ayrıca yukarıda saydığım özellikler narsistlikle de bağdaşıyor. Tek farkı şu ki narsistler her zaman diğerlerini haksız ve küçük gördükleri için kendilerinin farkına varmazlar. Mesela böyle bir yazıyı okumak istemezler. Okusalar da üzerlerine alınmazlar. 


Ben bu yazımda, kişiliklerinin farkına varmak isteyen özgüvenli ve kibirli arkadaşlara nâcizane birkaç tavsiyede bulunmak istiyorum:


  • Efendimiz (sav)’in sünneti olan “istişare” hayatınızın bir parçası olmalı. Sürekli mükemmel olduğunu düşündüğünüz fikir üretmeye çalışmak çok yorucudur. Bir çocuktan bile öğreneceğimiz çok şey var. Başkalarından fikir almak size daha güzel kapılar açacaktır. 
  • Yavaşlayıp kendinizi  dinlemelisiniz. Her zaman haklı olmadığınızı görmeli, içinize yönelmelisiniz. İşte orada “kibir” duygusunu hissettiyseniz bunu giderme yollarına başvurmalısınız. Sadaka vermek bu yollardan biri olabilir.
  • Hazır içinize yönelmişken sıra kalbinizi temizlemeye geliyor. Her hafta düzenli olarak manevi bir önderin sohbetine katılmalısınız.  Gönlümüzün aktığı bir zâtın sohbetine dahil olmak yada geçmişte yaşamış islam âlimlerinin kitaplarını okumak insanın ufkunun  genişlemesine, kalpteki kara noktaların silinmesine ve hayata hikmet penceresinden bakmasına vesile olur. Yaşadıkları her şeyde bir hayr olduğunu ve bunların altındaki hikmeti daha iyi görürler. İnsan birinin sohbeti önünde diz çöktüğü zaman en tepede olan gururları da yavaş yavaş aşağı inmeye başlayacaktır.

Bu saydıklarım aslında hepimizin alması gereken tavsiyeler… Sadece kendini göremeyenler için farkındalık olsun istedim. Üzerine alınıp bir şeyler yapmak isteyenlere kolay gelsin… 


Foto: pixabay.com 

1 Mayıs 2024 Çarşamba

Dedikodu Olmazsa Olmazımız mı?

 


Çok fazla dedikodu yapan bir toplumuz maalesef. Aile içinde, akrabalar arasında, iş yerinde, okulda, pazarda, markette hatta camide bile yapıyoruz bunu. Aslında bu kötü huy toplumdan kalksa toplum derin bir nefes alacak ama maalesef iliklerimize kadar  işlemiş durumda. Dedikodu olmadan muhabbet olmuyor, dedikodu olmadan sohbet olmuyor, dedikodu olmadan şakalaşma olmuyor, dedikodu olmadan siyaset olmuyor hatta dedikodu olmadan hâşâ ibadet bile olmuyor sanki. Ülkemiz birbirinin ardından konuşan dinî cemaat gruplarıyla dolu, birbirlerini eleştiren siyasetçilerle dolu, birbirinin kuyusunu kazan çıkarcılarla dolu ve birbirini kötüleyen aile bireyleriyle dolu.


Mesela bir aileye yeni bir kişi katılır. Çevredekilerin gözü o kişinin üzerindedir. Ondan büyük maharetler ve davranışlar beklenir. Görülmeyince eleştirilerin odağı olur. Biri diğerine anlatır, diğeri ötekine, öteki berisine derken yeni birey ne olduğunu anlamadan “kötü insan” olarak damgalanır. 


Kanaatimce dedikodunun ardında yatan şey, kendinde olmayan şeyin başkasında olması… Yani çekememezlik… Tabiki ana sebep bu değil… Zevkine dedikodu yapanlar da var… “Haydi toplanıp iki lafın belini kıralım” edasıyla bir araya gelenler var.  Üzüntüler, kalp kırgınlıkları, içindekini anlatıp rahatlama isteği işin diğer boyutu. Ben sadece bunu adet haline getirip zevkine dedikodu yapanlardan bahsediyorum.


Eğer içimizde, elimizde olmayan hasetlik, kıskançlık, çekememezlik gibi duygular barındırıyorsak ruhumuzu tedavi etmenin çaresine bakmalıyız. Bunu Kur’an ayetlerinden ve esmaül hüsnâdan bazısını zikrederek, sadaka vererek ve haset ettiğimiz kişiye iyilik yaparak hatta onun için dua ederek sağlayabiliriz. Bu durum, çok zor olsa bile sonunda kalbi arındıracaktır. Arınan kalp ise bir yakınıyla ilgili içinde kötülük barındırmayacaktır. Bu tavsiyeyi (kendim de dahil) alabilenlere ne mutlu. Alamayanlar zaten bu yazıdan da bir şey anlamamışlardır diye düşünüyorum vesselam…


Foto: istock.com 

4 Nisan 2024 Perşembe

Dalgaya mı Alındınız? İnfak Edin…

 


Hayatın her devresinde insanlarla alay eden, dalga geçen, küçük gören, aşağılayan kişiler olmuştur. Bunlar anne-baba da olabilir, eş-arkadaş da olabilir, öğretmen-patron da olabilir. Mesela, kişi küçük yaşta bir şeyleri doğru yapamadığından dolayı beceriksizlikle suçlanarak başlar hayata. Okul döneminde akran zorbalığıyla karşılaşır. Ergen yaşında fiziksel değişiminden ve davranışlarından dolayı eleştiriler alır. Zeka seviyesi biraz aşağıda ise dalga konusu olur, anlama güçlüğü çektiği zaman eleştirilir, çalışkan olunca çalışmayanlar tarafından yadırganır. Maddi durumu iyi değilse küçük görülür, zenginse beklentileri karşılaması beklenir. Karşılanmazsa eleştirilir. Yaşlandığı zaman da akli ve fiziki melekelerin zayıflamasından dolayı kendinden küçüklerin bile alay konusu olur. 


“Şaka” adı altında söylenen küçük düşürücü sözler kişileri eğlendirse de muhatabı incitebiliyor, kalbini kırabiliyor, izzet-i nefsine dokunabiliyor. Bu durumun “stand up” denilen programlarda “sanat” adı altında icra edilmesi ise işin en acı yanı…


Peygamber Efendimiz (sav) zamanında da böyle davranışlara muhatap olan fakir bir sahabe varmış. Ulbe b. Zeyd…


Peygamber Efendimiz (sav), Tebük Gazvesi’ne gitmeden önce müslümanların infak etmesini istiyor. Yol uzun, şartlar zor, infakla kurulması gereken bir ordu var… Ve şöyle sesleniyor müslümanlara:


“Ey müslümanlar! Allah yolunda, cennet karşılığında zorluk ordusunu kim donatacak?”


Sahabe Efendilerimiz ellerinden geleni ortaya koyuyorlar. Ancak Ulbe b. Zeyd’in verecek hiçbir şeyi yok. Maddi imkansızlıktan ve bineği dahi olmadığından dolayı gazveye katılamıyor. Bu durumdan dolayı da büyük bir üzüntü içerisinde… Sabaha yakın bir vakitte secdeye kapanıp Allah’a şöyle yalvarıyor:


“Allahım! Verenler verdi ama benim verecek bir şeyim yok ki infak edeyim. Ancak bir şeyim var ya Rabbi! Ben fakir olduğum için bazı kardeşlerim onurumu, izzetimi çiğnemişlerdir. Ondan dolayı da bir hak oluşmuştur bende. Böyle bir hakkı helal ediyorum ve bu hakkı senin için infak ediyorum.”


Ulbe b. Zeyd sabah mescide gittiğinde Allah Rasûlü (sav):


“Söyleyin bakalım bu gece kim infakta bulundu?” diye soruyor birkaç defa. En son Ulbe’nin yüzüne bakıp soruyu tekrarlayınca, Ulbe yaptığı infakı anlatıyor ve “bu mu ki?” diyor. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sav):


“Sen öyle bir infakta bulundun ki senin infağın Allah katında kabul olmuş infaklardan yazıldı.” diyor (1) ve Allah tarafından indirilen şu ayeti okuyor:


“Şu kimselere de cihada katılmadıkları için günah yoktur ki, sana her gelişlerinde ‘sizi bindirecek bir şey bulamadım’ derdin. Onlar da cihat için harcayacak bir şey bulamamanın üzüntüsüyle gözleri yaşla dolu olarak dönerlerdi.” (Tevbe 92) (2)


Ulbe b. Zeyd… İşte böyle büyük bir sahabe… Allah’ın ayetine muhatap olmak nasıl büyük bir şey düşünebiliyor muyuz? Hakir görülmek ve dalgaya alınmak onun infak etmesine ve Allah tarafından kabul edilmesine sebep oldu.


Ben de bir müslüman olarak şu güzel Ramazan gününde sahabe efendimiz gibi bir infakta bulunmak istiyorum. Küçüklüğümden bu zamana kadar muhatap olduğum tüm incinmelerimi, küçük görülmelerimi ve alay konusu olmalarımı Allah’a infak ediyorum. Rabbim kabul buyursun inşallah… 


(1)Muhammed Emin Yıldırım, Herkes İçin Siyer, 28. Bölüm

(2)Meal: sorularlaislamiyet.com

Foto: pixabay.com 


25 Mart 2024 Pazartesi

Kalpteki İman Tohumunu Yeşertmek İçin Akabe’ye Gidelim mi?

 


Peygamber Efendimiz (sav), islamın ilk yıllarında Mekke’de çok sancılı süreçler yaşadı. İslama davet karşılığında aldığı tepkiler, hakaretler, iftiralar, eziyetler, hor görmeler O’nu çok incitmişti. Bunun üzerine en sevdikleri olan eşi Hz. Hatice ve amcası Ebû Talib’in ard arda gelen vefatları kor olmuştu yüreğinde. Ardından İslamı tebliğ için gittiği Taif’te taşlanıp kovulunca çok yaralandı o güzel kalbi ve şu şekilde sığındı Yaradanına:


“Allahım! Güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi, insanların nazarında düştüğüm hor ve hakir durumumu ancak sana arz ve şikayet ediyorum… Sen’den bana gelecek bir sığınmaya çok ihtiyacım var. Hem bu dünyada hem de ahirette Senin o karanlıkları aydınlığa çevirecek nuruna sığınıyorum…” *


Güzeller güzelinin o halini gören Yaradan islamın en rahat yaşanacağı Medine kapılarını açtı habibine. Medine’den Mekke’ye hac için gelen altı genç, Peygamberin anlattıklarını dinleyerek Müslüman oldular ve O’nu şehirlerine davet ettiler. Bir sene sonra daha kalabalık olarak geldiklerinde O’nu çok mutlu ettiler.  Medine’deki her evde İslâm konuşuluyordu ve o şehir Resulullah’a kapısını açmıştı. O gençler ise her ne pahasına olursa olsun güzeller güzelini koruyacaklarına söz verdiler. Ellerini O’nun elinin üzerine koyarak,  Efendimiz (sav)’in istediği “İslam İlkeleri”ne uyacaklarına biat ettiler.“Akabe Biatı” denilen bu biatta bahsi geçen ve sonra da Kur’an’ın Mümtehine Sûresi’ne ayet olacak ilkeler şunlardı:


  1. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak
  2. Hırsızlık yapmamak
  3. Zina etmemek
  4. Çocuklarını öldürmemek
  5. Yalan uydurarak hiç kimseye iftira etmemek.
  6. İyi olan hiçbir hususta Allah Resûlü’ne isyan etmemek


Hz. Peygamber (sav), bu şartları yerine getirenlerin cennete gireceklerini müjdelemişti. Bu ilkeler islamın ilkeleri olmakla birlikte ahlakın da ilkeleriydi. Ancak bu ilkeler islam olmadan bir işe yaramazdı.


Allah yarattığı her kulun kalbine iman tohumu ekmek için fırsatlar çıkarır. Bu fırsatları değerlendirmek ise kulun elindedir. Tıpkı Medinedeki altı gencin değerlendirdiği gibi… Rasulullah (sav), onların kalplerine iman tohumunu yerleşmesine sebep oldu. O tohum Medine’de filizlendi ve büyüdü. İslam orada şekillendi, gelişti ve tüm dünyaya yayıldı.


Kaynağından aldığımız güzel ahlakı kaybetmemeli, kalbimizde filizlenen iman tohumunu soldurmamalıyız. Eğer bir şeyleri kaybettiğimizi düşünüp ümitsizliğe düşersek yukarıda bahsi geçen islamın ilkelerine şöyle bir bakalım… Her bir maddeyi derinlemesine düşünelim… Onlara kesin olarak uyacağımıza söz verelim… Gerisi kolay… Medine’yi Medenî yapıp nurlandıran ilkeler bizim kalplerimizde de filiz verecektir inşallah…


*Herkes İçin Siyer, 10. Bölüm’de duanın tamamına ulaşabilirsiniz.

Foto: pixabay.com