Vücudumuzda kapladığı yer olarak küçük olmasına rağmen benliğimizde işgal ettiği alanın anlatamayacağımız kadar geniş olduğu bir parçamızdan söz etmek istiyorum. Varlığımızın ona bağlı olduğu, her saniye kasılıp gevşemesiyle bizlere hayat veren, duygularımızı onunla hissedip yansıttığımız, hüzünlendiğimizde onunla ağladığımız, sevinçli anlarımızda onunla güldüğümüz, yaralandığımızda acısını tüm bedenimizle hissettiğimiz çok değerli bir parçamızdan.....Mana aleminde “gönül” olarak adlandırdığımız “kalbimizden” bahsedeceğim sizlere.
Kalbimiz...Yaşamımızın her saniyesini, her dakikasını onun hayat vermesine borçlu değil miyiz sizce? Sadece bizlere hayat vermekle kalmıyor, canımıza can katıyor mutluluk anımızda. Bir annenin yavrusunu sevmesinde, bir çocuğun gülümsemesinde, iki samimi dostun kucaklaşmasında, duygulanma esnasında akıtılan iki damla göz yaşında ve bunlar gibi insana mutluluk veren duyguların asıl kaynağında o küçücük parçayı hissetmiyor muyuz? Duygusuz olan insanların kalbi yoktur derler, aslında vardır var olmasına ama bunu kendilerine bile yansıtamamışlar ve hakiki mutluluğa erişememişlerdir henüz. Bu yüzden gerçek mutluluğu yakalamak insanların kendileriyle barışık olmalarından ileri gelir bence. Kendileriyle barışık olanlar başkalarıyla da barışık olacaklar, başkalarıyla barışık olanlar ise onlar için de bir şeyler yapmak isteyecekler ve böylece “gönülden” dileyerek onlar için fedakarlıkta bulunanlar gerçek mutluluğa giden yolda hem bir adım daha atmış olacaklar hem de bir gün yaptıklarının karşılığını kendilerine hediye olarak veren kainatın sahibinden alacaklardır farkında olmasalar da. Kendilerine bahşedilen nimetlerin yaptıklarının karşılığında verilen hediye olduklarını anlamaları için “hırs” denilen duyguyu terk edip “kanaat” adındaki duyguyu tüm benliklerine yerleştirmiş olmaları gerekir öncelikle.
Hani hep deriz ya “filanca işte başarılı olmak için çok çabalıyorum, kendimi parçalıyorum ama sonuçta hep olumsuzluklar beni buluyor, ne kadar şanssızım ben!!!”. Aslında hiç kimse şanssız değildir, olumsuzlukların altında yatan gerçekleri görebilseydik bütün bunlardan kurtulmuş olurduk halbuki. Gerçek olan şudur ki ya hırs denilen hastalığın pençesine tutulmuşuzdur ya da yeterince kanaat edip şükretmesini bilmiyoruzdur. Halbuki hırs yapıp kendimizi yiyip bitireceğimize kanaat sahibi olsak daha iyi olmaz mı??
Okuduğum bir kitapta “Dünya hırs sahiplerinin sırtında, kanaat sahiplerinin ayakları altındadır” diyordu. Hırs gerçekten insanı yıpratan, yük altında bırakan bir özelliktir. Sürekli istemek, başarının sadece kendinde olmasını arzu etmek, sonuçta ise elde edilene razı olmayıp daha iyisini daha üstününü dilemektir hırs. Bu durum insanın kendini yıpratmasından başka bir sonuç vermez, hatta başkasını geçmek uğruna verilen çaba istemeden daha aşağı seviyeye düşürebilir insanı. Örneğin bir insan düşünelim ki üstün bir vasıfta arkadaşından daha üstün olmak istiyor, fakat ne kadar çabalasa da bu vasıftan mahrum kalıyor. Eğer bu insan duygu hissinden de biraz mahrumsa ne yapacaktır sizce?? Özelliklerine sahip olamadığı arkadaşını içten içe kıskanacak, onun olumsuz özelliklerinin konuşulduğu ortamlar hoşuna gitmeye başlayacak ve kendisi de sessiz kalmayıp bir şeyler ilave ederek hoş olmayan “dedikodu” denilen durumların oluşmasına sebep olacak ve “hırs” denilen hastalığın pençesine yakalanarak “şükürsüzlük “ kuyusuna yavaş yavaş düşmeye başlayacaktır.
İşte böyle insanlar hayatta kendilerini yıpratmaktan başka bir şey yapamazlar. Daha iyisini isteme arzusu, başkasından üstün olma tutkusu hayatlarını alt üst eder. Halbuki ellerinden geleni yaptıktan sonra elde ettiklerine kanaat etseler hem daha huzurlu hem de başarıya bir adım daha atmış hissedecekler kendilerini. Ulaşamadıklarını başarısızlık diye algılayamayacaklar belki de...Edison ampulü bulmak için 9999 deney yaptığı zaman meraklılardan biri sormuş: "Üstad, on bininci deneyin de başarısızlıkla sonuçlanırsa bu işten vazgeçer misin?”, Edison’un cevabı ilgi çekici olmuş: “Ben 9999 kere başarısız olmadım, sadece ampule gitmeyen bu kadar yol buldum. Herkesten bu kadar ileriyim ve sonunda mutlaka bulacağım”.
Ve buldu Edison. Ulaştığı her sonucu başarı olarak kabul ederek EN başarıya ulaşmaya adadı kendini. Sabretti, verilene razı oldu ve EN başarıya ulaştı. Bu yüzden “kanaat” duygusu, başarı ve mutlulukta en önemli adımlardan biridir. Kanaatkarlık, başarıyı istemek, ona ulaşmak için çalışmak ve sonuçta elde edilene razı olup şükretmek ve huzurlu olmaktır. Kanaatkar insanlar bilirler ki hayatta kendilerine verilen olumlu ya da olumsuz şeylerin ardında bir hayır vardır, “Her işlerinizde hayır vardır” sözü boşuna söylenmemiştir. Bunu idrak eden insanlar başlarına gelen olumsuzluğun sonucunda kendilerini gülümseten bir olayla karşılaşacaklarını bilirler. Şiddetli fırtınanın sonunda kendilerine rahmet olarak gönderilen yağmuru, yağmurun ardındaki gök kuşağını, gök kuşağının içindeki rengarenk dünyayı fark etmişlerdir çünkü. Durum böyle olunca kalplerindeki mutluluğu dışarı yansıtmaya, her verilene razı olmaya, kanaatkar olmaya, her şeye ümitle bakmaya ve çevrelerine faydalı olmaya başlarlar. Ve böylece kendilerine verilenden dolayı edilen gizli teşekkür, yaptıkları iyilikler, kader çizgilerinin olumlu yönde değişmesine neden olur. Kainatın sahibinin sevgilisi ne güzel söylemiş: “Anne-babaya yapılan iyilik insanın ömrünü uzatır”. Demek bizleri bu günlere getiren ailemize yaptığımız her iyilik ömür sayfamızın çoğalmasına neden oluyormuş biz farkında olmadan...
Tek yapmamız gereken kanaatkar olup hep iyiyi doğruyu düşünüp şükretmek. Biz böyle olduğumuz müddetçe evrenin sahibi tarafından bize verilen daha iyi olacaktır şüphesiz. Zekasının üstün olmadığından şikayet edenin zekası hiçbir zaman üstün olmayacak, ya da güzelliğinden yakınan kişi daha güzel olmayacak, aksine güzelliği azalacaktır. Halbuki kainatın sahibine kendilerine verdiği muhteşem zekadan ve güzellikten dolayı gururlanmadan teşekkür edenin zekası daha üstün olacak ve güzelliği arttırılacaktır mutlaka. İşte bütün gerçek burada gizli...Şükür....Kanaat....Başarı...Mutluluk :)
28 Temmuz 2003